Bilim bize Allah'ın sanatını gösterir. Darwinizm ilkel bir inanıştır

Oktar Babuna ve Cihat Gündoğdu'dan Darwinistlerin bakterilerin evrimi aldatmacalarına cevap

GÖREBİLDİĞİNİZ DÜNYADAN FARKLI BİR ALEM:MİKRODÜNYA


Evinizde tek başınıza oturuyorsunuz.



Yalnız olduğunuzu zannettiğiniz anlarda aslında yalnız değilsiniz. Çevrenizde sizinle birlikte yaşayan, bulunduğunuz ortamı ve bedeninizi sizinle paylaşan koskoca bir alem var.

Acaba gerçekten yalnız mısınız?

"Tek başımayım" dediğiniz bir anda bile aslında oldukça fazla sayıda canlı ile berabersiniz. Vücudunuzda sizinle birlikte yaşayan ve sizi sürekli olarak koruyan kimi zaman da hastalanmanıza neden olan bakteriler, oturduğunuz koltuktan halınıza, soluduğunuz havaya kadar her yere yayılmış durumdaki akarlar, mutfağınızda birkaç gündür dışarıda beklettiğiniz yiyeceklerde üremeye başlayan küf ve mantarlar… Bunların hepsi kendi yaşam şekilleri, beslenme sistemleri ve çeşitli özellikleri ile apayrı bir alem oluştururlar.
Belki de şimdiye kadar etrafınızdaki insan-hayvan-bitki üçlüsünün canlılığı oluşturan yegane topluluklar olduğunu düşünüyordunuz. Ancak yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri, mikroorganizmalar, diğer canlılardan çok daha geniş bir popülasyona sahiptirler. Bir sayı vermek gerekirse bu minik canlılar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar.( Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, Houghton Mifflin Company, Boston, 1978, sf. 85) Yeryüzünün her yanına yayıldıkları gibi, insan yaşamı için de vazgeçilmez bir öneme sahiptirler.

Bu geniş mikroorganizmalar topluluğunu neler oluşturur?

Bizim bu sitede inceleyeceğimiz canlılar bakteriler, virüsler, mantarlar, su yosunları ve akarlardır. Bu canlıların isimleri sizin için kuşkusuz tanıdıktır ama sizinle ne kadar içiçe olduklarını çoğu zaman detayları ile bilmezsiniz. Örneğin dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel öğelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden zehirlenmenizi, dilinizde bulunan bakteriler önlerler. Aynı zamanda bakteriler ve algler (su yosunları), dünyada canlılığın varolmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Kısacası, bu mikro canlılar yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Bu canlıların bir kısmı aynı zamanda hastalıkların da ortaya çıkış sebebidir. Vücudumuzdaki bağışıklık ve savunma sistemi bu canlılarla savaşmak için vardır. Kimi tıbbın henüz keşfedemediği yöntemler geliştirip büyük bir hızla vücudumuzda yayılırken, kimisi de insanın yaşamına bir anda ya da yavaş yavaş son verebilir. Bazıları başka bir canlıdan faydalanmak karşılığında ona fayda sağlayabilir, yani simbiyotik bir yaşam (ortak-yaşam) sürebilir. Bazıları ise biraraya gelir, karar verir, plan yapar, organize olur ve son derece hassas işlemler gerçekleştirebilir. Bütün bunları yapanlar; gözle görülür hiçbir varlık belirtisi göstermeyen ve genellikle tek bir hücreden ibaret olan mikro canlılardır.



0,5 hektarlık bir çiftlik toprağında, yaklaşık olarak birkaç ton bakteri ve 1 ton mantar, 100 kg tek hücreli protozoan hayvanı, yaklaşık 50 kg maya ve aynı miktarda alg (su yosunu) bulunmaktadır. Bu varlıkların her biri yaşadıkları topraklara oldukça büyük faydalar sağlarlar.

Bu mikro canlıların çevremize nasıl bir hızla yayıldıklarını bilmek bir insanı hayrete düşürmeye yeterlidir. Bunu anlamak için şöyle bir örnek verilebilir: Yapılan bir araştırmaya göre bir çiftlik toprağının 0,5 hektarlık bir alanında yaklaşık olarak birkaç ton canlı bakteri, yaklaşık 1 ton mantar, 100 kg. tek hücreli protozoan hayvanı, yaklaşık 50 kg. maya ve aynı miktarda alg (suyosunu) olduğu hesaplanmıştır.( http://www.icr.org /pubs/imp/imp-144.htm)
Bu canlıların özelliklerini bilmek ve bu alemin içine girmek aslında son derece önemlidir. İnsanların bir kısmı gözle görülmeyen bu canlıların son derece basit varlıklar olduklarını zannetmektedir. Bu nedenle de bunların yetenek ve güçlerinin farkında bile değildirler.Tamamen bir aldatmacaya dayalı olan evrim teorisinin takipçileri de insanların bu bilgi eksikliklerinden faydalanır ve bu canlıların kompleks özelliklerini pek fazla dile getirmezler. Kimi zaman bakterilerin gerçekleştirdiği son derece akılcı bir işi görmezden gelir, bir virüsün insan bedenini şuurlu istilasını açıklamaya bile ihtiyaç duymazlar.
Bu sitede, mikro dünyadaki canlıların Allah'ın yaratmasındaki üstün akıl, sanat ve kudreti nasıl yansıttığını, canlıları şuursuz tesadüflerle açıklamaya çalışan evrim taraftarlarını ise nasıl büyük bir çıkmaza düşürdüğünü çarpıcı örnekleriyle birlikte inceleyeceğiz.

24 Nisan 2010 Cumartesi

EVRİMİN EN BÜYÜK ÇIKMAZLARINDAN BİRİ: BÖCEKLER


Önceki bölümlerde, gözle göremediğimiz mikroorganizmaların olağanüstü becerilerini, kompleks yapılarını ve bu gerçekler karşısında evrimci iddiaların tutarsızlığını ayrıntılarıyla inceledik. Bu bölümün konusu ise, mikroorganizmalar kadar ilginç, evrim teorisi açısından büyük bir sorun olan böcekler.
Diğer canlılarla kıyaslandığında, böceklerin çok ayrı bir yeri vardır. Fosil kayıtlarından anlaşıldığı gibi, böcekler en az 400 milyon yıldır varlıklarını sürdürmektedirler.


Bugün bilinen hayvanların dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır. Bu canlılar, nüfusları, tasarımları ve besin zincirine olan önemli etkileriyle evrimcileri oldukça zor bir duruma sokmaktadırlar.
Bu dönem boyunca, çeşitli felaketler yaşanmış, dünyadaki hayvan türlerinin büyük bir kısmı yok olmuştur. Bu olaylardan belki de hiç etkilenmeyen tek canlı böceklerdir. Sahip oldukları üstün tasarımla her türlü ortamda yayılmış ve çoğalmışlardır. Çölde, ormanda, göllerde, volkanlarda, sıcak sularda, buzullarda, kısacası her yerde böceklere rastlamak mümkündür. Mesela bazı böcekler bir tür antifriz üreterek vücut sıvılarının donmasını engellerler. Böylece Himalaya Dağları'nın yüksek tepelerinde ya da bazıları Sahra Çölü'nde 47°C'nin üstündeki sıcaklıkta yaşayabilir.
Böceklerin türü ve sayısı o kadar fazladır ki, bilim adamları bu konuda kesin bir rakam verememektedirler. Son yapılan çalışmalara göre böcek türlerinin tahmini sayısı 2 ile 30 milyon arasındadır. Bu türlerin içinde sadece 370.000 adeti tanımlanabilmiştir, ayrıca 15.000 kadar fosil böcek türü bulunmuştur. Bugün, bilinen hayvan türlerinin dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır ve tahmini sayıları 1 trilyondan fazla, toplam ağırlıkları ise 2,7 milyar ton olarak belirtilmektedir. Bu rakam 45 milyar insanın toplam ağırlığına eşittir. Yani yaşayan her insan başına 170 milyondan fazla böcek düşmektedir. (Zuhal Özer, Böcekler, Bilim ve Teknik, Şubat 2000, sf.92) Bu olağanüstü sayılardan da anlaşılacağı gibi, böcekler hem nüfuslarıyla, hem sahip oldukları tasarımlarıyla, hem de besin zincirinde en önemli halkalardan birini oluşturmalarıyla, bize önemli mesajlar vermektedirler.
İleriki bölümlerde de göreceğimiz gibi, evrimciler, böceksiz bir dünyada yaşamayı çok isterlerdi. Bu canlıların fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaları, hiçbir sözde evrimsel ataya sahip olmamaları, son derece kompleks organlara sahip olmaları ve en önemlisi de bu kadar fazla çeşitlilik göstermeleri, evrim teorisi için mantıklı olarak cevaplanması oldukça zor olan sorunlar yaratmaktadır.
Böcekteki tasarım
Milyonlarca böcek türünü tek tek inceleyecek olursak her birinin farklı bir tasarıma sahip olduğunu görürüz. Sadece kanatları açısından bile, birbirine benzemeyen birçok çeşit vardır. Mesela kelebeğin kanatlarıyla sineğin kanatları tamamen farklı tasarıma sahiptir, aynı şekilde yusufçukla çekirge, hamamböceğiyle karınca, arıyla pire gibi, böcek olduğu halde, son derece farklı tasarıma sahip, henüz tam sayısı belirlenememiş milyonlarca böcek vardır. Böceklerin her birinin sahip olduğu özellikleri tek tek burada incelememiz mümkün değildir, ancak böceklerin yapılarındaki bazı ortak tasarımları inceleyebiliriz.
Dış kabuk
Daha önce de belirttiğimiz gibi, böcekler her türlü iklim koşulunda yaşayabilecek özelliklere sahiptirler. Bu özelliklerin başında vücutlarının dış yüzeyini saran kitin tabakası gelir. Böcekler, bir iskelete sahip değildirler. Bunun yerine vücutlarını bir zırh gibi saran dış iskelete sahiptirler. İşte bu zırhın ana maddesi kitindir. Kitin son derece hafif ve incedir. Bu nedenle böcekler onu taşımakta hiçbir zaman zorlanmazlar. Böceğin bedenini dışardan sarmasına karşın, iskelet işlevi görecek kadar sağlamdır. Ama aynı zamanda da son derece esnektir. Vücut içinden uçları kendine bağlı olan kasların kasılıp esnemesi ile hareket edebilir. Bu, böceklere hareketlerinde çabukluk kazandırdığı gibi, dışarıdan gelecek darbelerin etkisini de azaltır. Üzerindeki özel kaplama maddesi nedeniyle dışarıdan içeri su geçirmez. Vücut içindeki sıvıları da dışarı çıkarmaz. Sıcaktan hatta radyasyondan etkilenmez. Çoğu zaman etrafa tam uyum sağlayacak bir renktedir. Bazen de caydırıcılık sağlayacak kadar parlak olabilir. Kitin maddesi, bilim adamları ve tasarımcıların yapay olarak üretmeyi hayal ettikleri bir maddedir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren, kitin kullanılarak üretilebilecek malzemelerin ve araçların tasarımı yapılmıştır.
Uçuş sistemleri
Eldeki fosillere göre, böcekler en az 350 milyon yıldır uçmaktadırlar, hem de tüylere ve kaslara ihtiyaç duymadan. Elbette ki, kuşların nasıl uçtuğunu açıklayamayan evrimci bilim adamları için böceklerin nasıl uçtuğunu açıklamak daha da zor bir sorun haline gelmektedir. Fosil kayıtlarına göre, böcekler günümüzdeki halleriyle, bundan yaklaşık 350-400 milyon yıl önce, aniden ortaya çıkmaktadırlar.

 
 
 
 
 
 
 
 
400 milyon yıl önce yaşayan böcekler günümüzdekilerden farksızdır. Bu canlılar, tüylere de kaslara da ihtiyaç duymadan bundan milyonlarca sene önce de uçmaktadırlar. Elbette bu gerçek, evrimciler için büyük bir sorundur.
Evrim teorisi açısından bir diğer sorun ise bu böceklerin hiçbir değişim ve evrim geçirmeden günümüze kadar gelmiş olmalarıdır. Yani 400 milyon yıl önce yaşayan bir hamamböceği veya yusufçukla günümüzde yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Böceklerin farklı uçma sistemleri ise diğer bir akıllı tasarım örneğidir. Birçok böcek türü kuşlarınkinden de üstün uçuş becerilerine sahiptir. Kral kelebeği Kuzey Amerika'dan Orta Amerika'nın içlerine kadar uçabilir. Sinekler ve yusufçuklar ise havada asılı durabilirler. Böceklerin kanatları da farklı tasarımlara sahiptir. Kimi böceklerde iki, kimilerinde dört kanat vardır. Bazı böceklerin kanatları içeri katlanır ve üzerinde koruyucu bir kabuk vardır; bazıları zar kanatlı, kelebek gibi böcekler ise pul kanatlıdır. Her kanat türü kendi içinde ayrı bir mükemmellik sergilemektedir. Böceklerin kanat eklemi, mükemmel esneme özellikleri olan resilin adlı özel bir proteinden oluşmuştur. Hem doğal hem de suni kauçuktan çok daha üstün özellikleri bulunan bu madde, laboratuvarlarda kimya mühendislerince halen üretilmeye çalışılmaktadır. Resilin, esneme-bükülme yoluyla üzerine yüklenen tüm enerjiyi depolayan ve üzerine etki eden kuvvet kaldırıldığında bu enerjiyi tümüyle geri verebilen bir maddedir. Bu açıdan bakıldığında resilinin verimi %96 gibi çok yüksek bir değere ulaşmaktadır.


Böceklerin kanat eklemlerinde bulunan resilin, esneme-bükülme ile sağlanan enerjiyi depo eder. Bunun sonucunda ortaya, saniyede 1.000 defa kanat çırpabilen böcekler çıkmaktadır.
Bu sayede kanadın yukarı kaldırılması sırasında harcanan enerjinin yaklaşık %85'i depolanmakta ve aşağı kanat hareketinde bu enerji yeniden kullanılmaktadır. Göğüs duvarları ve kaslar da bu enerji birikimine imkan tanıyacak özel bir yapıda yaratılmıştır. Bu sayede ortaya olağanüstü bir enerji çıkar ve kanatların saniyede 200 (balarısı) hatta 1.000 (tatarcık) kere titremesi mümkün olur.
Evrimciler, sadece gövdedeki bazı deri tabakalarının evrim geçirerek kanada dönüşmüş olabileceğini öne sürerler. Söz konusu iddianın zayıflığını bildiklerinden olsa gerek, bunu doğrulayabilecek fosil örneklerinin yetersiz olduğunu belirtmeyi de ihmal etmezler. Bu aşamada böcek uçuşunun nasıl evrimleştiğine dair çeşitli senaryolar üretilmiştir. Trakeal kuram adı verilen birinci senaryoya göre, suda yaşayan böceklerin göğüs trakelerinden karaya çıkınca kanatlar oluşmuştur. Bu teori ortaya atıldığı an, geçersizliği de ortaya konmuştur, çünkü solungaçlarda rastlanan kaslar, kanatlarda yoktur. Ayrıca, böceklerin kanatsız aşamadan, kanatlı aşamaya geçtiğini gösteren bir delil veya ara-geçiş formuna ait fosiller yoktur. Aksine fosil kayıtları ilkel böcek olmadığını, bilinen en eski böceklerin bile günümüzdeki gibi mükemmel uçuş sistemlerine sahip olduklarını göstermektedir. İkinci senaryo olan paranotal kuram ise, bazı vücut bölgelerinin genişlediği, düzleştiği ve zaman içinde kanat haline geldiğini savunur. Bu iddiaya göre böceklerin göğüs bölgesinin üç bölümünden sadece ikisi, evrimcilerin de bilmediği bir sebepten dolayı, bu gelişimi göstermiş ve böylece kanatlar oluşmuştur.
Bu senaryonun bir benzerini, evrimcilerin kuşların uçuşunu açıklamaya çalıştıkları senaryolarında da görmek mümkündür. Ancak iki senaryoyu da geçersiz ve mantıksız kılan ortak unsurlar vardır. Bunların içinde en önemlisi olan fosil kayıtları -bir önceki paragrafta da belirttiğimiz gibi- bu iddiaların tamamen tersini ispatlayan deliller sunmaktadır. İkinci olarak kanatların indirgenemez kompleksliğe sahip olmaları, yani ancak bir bütün halinde olarak işe yaramaları, evrimcilerin öne sürdükleri yarım kanat veya yeni yeni ortaya çıkan kanat teorilerini geçersiz kılmaktadır. Üçüncü olarak genetik açıdan canlıya yeni özellikler ekleyecek veya var olan özellikleri daha iyiye götürecek faydalı mutasyonlar yoktur. Bu sebeple eğer bir canlının DNA'sında, uçma sistemi önceden belirlenmemişse bu canlının DNA'sına rastlantısal mutasyonlarla, yeni ve faydalı bir bilgi eklemek mümkün değildir. Yani doğada kör tesadüflerle bilgi üreten bir akıl ve şuur yoktur. Kanat veya göz gibi bir organın oluşması için mükemmel bir tasarıma, bu tasarımı planlayan, programını yazan bir akla ve yaratıcıya ihtiyaç vardır. Ancak doğada böyle bir şuur yoktur. Zaten evrimci senaryolarda bu tür ayrıntılardan ziyade, senaryoyu hazırlayan kişinin hayal dünyası hikayeye asıl biçimini vermektedir. Bu hikayenin şekillenmesinde ise bilimsel veriler değil, ideolojik saplantılar ağır basmaktadır. Ünlü Fransız zoolog Pierre Paul Grassé "böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz"( Pierre Grasse, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, sf.30)derken aslında bu gerçeği itiraf etmektedir.Oysa sinek kanatlarındaki kusursuz tasarım, her türlü "tesadüf" iddiasını geçersiz bırakmaktadır. Exeter Üniversitesi'nden Robin J. Wootton, Scientific American dergisinde yayınlanan makalesinde böceklerin uçuş becerilerini şu şekilde yorumluyor:Böcekler bütün uçan makineler içinde en çevik ve en çok manevra kabiliyetine sahip olanlardandır... bazı böcekler -az kütle, gelişmiş sinir-duyu sistemleri ve kompleks kas yapısı sayesinde- hayret verici hava akrobasisi örnekleri sergilerler. Örneğin karasinekler hızlı uçuş sırasında yavaşlayıp havada asılı kalır, ters döner ve bu şekilde uçar, dikey dönüş yapar, yuvarlanır ve tavana iniş yapar; hepsi saniyeden az bir sürede gerçekleşir...
Böcek kanatlarının işlevlerini ne kadar öğrenirsek, tasarımları da bize o kadar usta ve güzel görünmektedir. Daha önce yapılan yelken karşılaştırmaları şu an oldukça anlamsız gözüküyor. Kanatlar, mühendislerin anladığı terimlerle, yapılar ve mekanizmalar arasında aracı olan, kıvrılabilir yüzeyler olarak ortaya çıkıyorlar. Yapılar geleneksel olarak mümkün olduğunca az deformasyona sebep olacak şekilde, mekanizmalar ise, tüm parçaları önceden tahmin edilebilecek şekilde hareket ettirmek üzere tasarlanır. Böcek kanatları, h avayı en iyi şekilde kullanabilmek ve belirli kuvvetlere tepki olarak ortaya çıkan belirli deformasyonlara imkan verebilmek üzere hassas bir şekilde biraraya gelmiş, çok çeşitli elastik özelliklere sahip parçalara sahiptir. Sinek kanatlarıyla boy ölçüşebilecek teknolojik bir yapı yok gibidir.


Yusufçuk, sahip olduğu özel yapı sayesinde oldukça ilginç bir uçuş tekniğine sahiptir. Aniden durup ters yönde uçabilir, havada sabit asılı kalabilir. Evrimcileri şaşırtan bu yapı, üstün bir yaratılış ve tasarım harikasıdır.
Evrimcilerin diğer böceklere göre daha ilkel olarak niteledikleri yusufçuk böceğini incelediğimizde, iddiaların ne kadar bilim dışı ve ideolojik amaçlı olduğu daha iyi ortaya çıkacaktır. Yusufçuklar kanatlarını kendi üzerlerine katlayamazlar ve uçma kaslarının kanatları hareket ettirme şekli diğer böceklerinkinden farklıdır. Sırf bu özellikleri nedeniyle evrimciler yusufçukların "ilkel böcekler" olduğunu iddia ederler. Oysa "ilkel böcek" denen yusufçukların uçuş sistemi bir tasarım harikasıdır. Dünyanın önde gelen helikopter firmaları bu uçuş sistemini taklit eden modeller üretmişlerdir. Doğa fotoğrafçısı Gillian Martin ise yusufçukları incelemek amacıyla 2 yıl süren bir çalışma yürütmüştür. Bu çalışma sonunda elde edilen bilgiler, bu canlıların son derece kompleks bir uçuş sistemine sahip olduklarını göstermektedir.
Yusufçuğun vücudu, metalle kaplanmış izlenimi veren halkalı bir yapıya sahiptir. Buz mavisinden bordoya kadar çeşitli renklerdeki gövdenin üzerinde çaprazlama yerleşmiş iki çift kanat bulunur. Bu yapı sayesinde yusufçuk, çok iyi bir manevra yeteneğine sahiptir. Uçuşu hangi hızda ve hangi yönde olursa olsun, aniden durup ters yönde uçmaya başlayabilir veya havada sabit durup avına saldırmak için uygun bir pozisyon bekleyebilir. Bu durumda iken olduğu yerde kıvrak bir dönüş yaparak avına yönelebilir. Çok kısa bir zamanda, böcekler için şaşırtıcı sayılabilecek bir hıza; saatte 40 km'ye ulaşır, bu hızla avına çarpar. Çarpmanın şoku çok şiddetlidir. Yusufçuğun zırhı hem çok sağlam hem de çok esnektir. Zırhın esnek yapısı çarpmadan doğan enerjiyi emerek böceği rahatlatır, ama aynı şeyi avı için söylemek mümkün değildir. Yusufçuğun avı, çarpmanın yarattığı şok ile ya tamamen sersemler ya da ölür. Çarpışma sonrasında ise yusufçuğun en etkili silahları olan arka bacakları devreye girer.


Yusufçukların uçuş sistemi müthiş bir komplekslik içerir. Dünyanın önde gelen helikopter firmaları, bu uçuş sistemini taklit eden modeller üretmişlerdir.
Uçuş sırasında arkaya doğru kıvrık olan bacaklar, hızla öne açılarak sersemlemiş olan avı havada yakalar. Artık sıra çelikten farksız olan alt çeneye gelmiştir. Av kısa sürede parçalanarak yenir.

Çok yüksek hızlarda uçarken ani manevralar yapabilen yusufçuğun görme yeteneği de kusursuzdur. Yusufçuk gözü, dünyanın en iyi böcek gözü olarak kabul edilir. Her birinde 30.000 kadar ayrı mercek bulunan bir çift göze sahiptir. İki yarım küreye benzeyen ve başının yarısı kadar yer kaplayan gözler, böceğe çok geniş bir görüş sahası sağlar. Yusufçuk gözleri sayesinde neredeyse arkasında olup bitenleri bile gözleyebilir.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, evrim teorisini savunanlar tarafından verilen örneklerin hiçbir anlamı yoktur. Yusufçuk da diğer böcekler gibi tasarım harikası sistemlerle donatılmıştır.


Yusufçuk, üstün uçuş tekniği sayesinde avını havada yakalar. Çelik gibi güçlü olan alt çene ise parçalama görevini üstlenir.
Bunların bir tanesi için bile ilkel terimini kullanmak ya feraset eksikliğinin ya da kasıtlı bir çarpıtmanın sonucudur. Elimizdeki en eski yusufçuk fosilleri ile bugün yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Bu en eski fosillerden önce yaşamış hiçbir "yarım yusufçuk" veya "kanatları yeni yeni beliren yusufçuk" kalıntısı yoktur. Bu canlılar da, diğer türler gibi, bir anda ortaya çıkmış ve bugüne kadar değişmeden gelmişlerdir. Çeşitli böceklerde karşılaştığımız mükemmel uçuş sistemleri, hayali senaryoların değil, üstün bir aklın tasarımıyla ortaya çıkmış kompleks sistemlerdir. Tüm bu canlıları Allah yaratmış ve canlılar hiçbir "evrim" geçirmemişlerdir.
Ayaklar
Böcekler sadece mükemmel uçuş veya son derece kompleks görme sistemlerine değil, tek tek incelendiğinde her biri ayrı bir tasarım harikası olan sayısız organ ve sisteme sahiptirler. Son günlerde, çok basit bir canlı olarak görülen karıncaların ayaklarını inceleyen bilim adamları hem mükemmel bir tasarımla hem de robot üreticilerine ilham verecek bir sistemle karşılaştılar. Massachusetts Üniversitesi biyologlarından Elizabeth Brainerd ve ekibi, Harvard ve Würzburg Üniversiteleri ile ortak olarak, karıncaların ve arıların nasıl olup da tavan gibi yüzeylerde ters ve dikey olarak yürüdüklerini araştırmış ve ilginç sonuçlara ulaşmışlardır. Cam yüzeylerde ızla ilerleyen arılar ve karıncalar kameraya çekilmiş ve bu böceklerin ayaklarında bulunan yapışkan organların diğer canlılardan farklı olduğu ortaya çıkmıştır. Örnek olarak bir tür kertenkele türü olan geko verilmiştir. Gekoların ayaklarındaki yapışkan yastıklar her adımın sonunda yapıştığı yüzeyden sıyrılmaktadır. Bu ise yavaş ve statik bir harekete yol açmaktadır. Böceklerin sahip oldukları sistem ise çok daha dinamik bir yapı sergilemektedir. Brainerd bu konuda şu yorumları yapmaktadır:


Robot üreticileri, canlıların üstün tasarımlarını örnek almaktadırlar. Günümüzde, karıncalar taklit edilerek yapılmış robotlar mevcuttur.
Karıncaların ve arıların ayakları hayret verici şekilde kompleks yapılardır. Mikroskopla incelendiğinde, her bir ayak boğanın boynuzlarına benzeyen bir çift pençeye sahiptir, bu pençelerin arasında yerleşmiş olarak, arolium adı verilen yapışkan ayak yastıkları vardır. Böcek bir yüzeyde koştuğu zaman pençeler yüzeyi yakalamaya çalışıyorlar. Eğer pençeler yüzeyi yakalayamazsa geri çekiliyorlar ve devreye yapışkan yastıklar giriyor. Ayak yastığı hızla açılıyor ve kanla şişiyor ve pençelerin arasından çıkarak yapışkan yastığın yüzeye yapışmasını sağlıyor. Daha sonra sönüyor ve geri katlanıyor. Bütün bu işlem sadece saniyenin on veya yüzde biri kadar bir sürede tamamlanıyor ve böcek hızla ilerlerken, şimşek gibi her adımda tekrarlanıyor. Ayrıca, ayak yastığı, ıslak bir kağıt parçasının pencere camına yapışması gibi, böceklerin yumuşak yüzeylere yapışmasını sağlayan bir sıvı salgılar. Aroliumun dinamik doğası, yüzeye bağlı olarak farklı yapışkanlık seviyeleri sağlamaktadır.
Dahası, araştırmacılar pençelerin hareketini kontrol eden tendonların sadece pençelerin geri çekilmesinden değil, ayak yastığını hareket ettirmekten de sorumlu olduğunu bulmuşlardır. Bu sistem, mekanik ve hidrolik sistemlerin birleşmesiyle ortaya çıkmış mükemmel bir tasarımdır. Robot üreticileri bu sistemi taklit ederek tıp alanında kullanılacak küçük robotların üretimi üzerinde çalışmalarını sürdürmektedirler.
Anten
Böceklerin antenleri de özel bir tasarım sergiler. Bu canlılar çevrelerinde olup biten olaylardan antenleri sayesinde haberdar olurlar. Haberleşmek için kullandıkları kimyasallar, antenler tarafından yakalanır ve analiz edilir. Antenler kimi zaman dokungaç olarak değerlendirilse de asıl görevleri, böceğe hassas bir koku duyusu sağlamaktır. Antenin üzerinde çok sayıda koku siniri sıralanmıştır, bu sayede böcek, yiyecekleri koklar, karşı cinse ait, feromon adı verilen kimyasal habercileri veya koku taşıyan molekülleri tespit eder.
Bu antenler karınca, balarısı gibi böceklerde, kimlik belirleme ve kimyasal iletişim için de kullanılır. Bu canlılar karşı tarafa antenleriyle dokunarak aldıkları kimyasal sinyalleri analiz eder ve karşı tarafın dost mu yoksa düşman mı olduğunu tespit ederler. Sivrisinekler, antenleriyle sesleri de yakalayabilirler. Ayrıca antenler estetik bir görüntünün oluşmasında da önemli bir role sahiptirler.

Böceklerin hassas antenleri, haberleşmek için kullandıkları kimyasalları, bir robot gibi tasarlanmış vücutları, her türlü koşulda yaşamalarını sağlayan dayanıklı yapıları, savunma ve saldırı amaçlı kullandıkları zehirleri, diğer canlılarla girdikleri ortak yaşam şekilleri, kelebek gibi kimi böceklerin sahip oldukları estetik doku, metamorfoz, avlanma ve kamuflaj taktikleri gibi sayısız özellik tek tek incelendiğinde, ortaya çok geniş ve karmaşık bir tablo çıkmaktadır. Kütüphane dolusu kitaplara konu olan bu özellikler, aslında böcekler hakkında bilebildiğimiz kısıtlı bilginin sonucu ortaya çıkmıştır. Daha keşfedilmemiş veya incelenmemiş milyonlarca böcek vardır ve bunların her biri ayrı bir tasarımla donatılmıştır. Bilinen ve en çok araştırılmış olan böcekler ise insana hayret vermeye yetecek sayısız özelliklere sahiptirler.


Arılar, antenleri sayesinde birbirleriyle kimyasal bir iletişim kurabilmektedirler.
Örneğin en çok incelenenlerden arı, karınca ve termit gibi böcekler, süper-organizma olarak adlandırılmaktadırlar. Bu böcekler son derece gelişmiş bir sosyal sisteme sahiptirler. Çeşitli salgıları kullanarak kimyasal haberleşme sistemini kullanırlar. Oluşturdukları kolonilerde organizasyon ve iş bölümü yaparlar. Gökdelenlerle kıyaslanabilecek yuvalar, mükemmel petekler inşa edebilirler. Kimi karınca türleri tarımla, terzicilikle, kimi arılar çömlekçilikle uğraşırlar. Arılar bal ve balmumu üretirler. Kimi böcekler metamorfoz geçirirler. Bir önceki aşamada ağaç yaprakları yiyen bir tırtıl, ikinci aşamada karşımıza rengarenk bir kelebek olarak çıkar. İpekböcekleri en değerli ipliklerin üreticisidirler. Çekirgeler, pireler, bütün rekorları kıran sıçramalar yaparlar. Ateş böcekleri kendi ışıklarını, en ekonomik şekilde üretirler. Bazı böcekler, bitkilerle veya diğer böceklerle ortak yaşam sürerler. Böcekler hız, uçuş, sıçrama, koşma rekorlarını kıracak özellikler sergilerler. Burada sadece çok küçük bir kısmı sayılan böceklerin farklı özellikleri, mükemmel formları ve büyük bir çeşitlilikte karşımıza çıkmaları durumunda, böceklerin kökenini genel olarak açıklayamayan evrimciler, bu özel tasarımlar karşısında ise bilinen eski açıklamalarını tekrarlamaktan öteye gidememektedirler.
Böceklerin İlginç davranışları

Canlıların arasındaki kusursuz iş bölümü, kullandıkları salgılar sayesinde geliştirdikleri sosyal sistem ile oluşmuştur. Hatasız işleyen bu sistemle termitler dev yuvalar inşa etmekte, arılar son derece geometrik petekler oluşturmakta, karıncalar hiç yorulmadan yuvalarına yaprak taşımaktadırlar.
Böcek davranışları, evrim mekanizmaları açısından incelendiğinde, daha anlamlı bir hale gelmektedir. Bu davranış şekilleri, sahip oldukları özelliklerle evrimin temel mekanizmalarını geçersiz kılmaktadırlar. Bu tür davranışların en gelişmişi, bir önceki bölümde kısaca değindiğimiz gibi sosyal bir organizma olarak yaşayan böceklerde görülür. Evrimciler açısından bu davranışlar arasında belirli bir köprü kurmak mümkün değildir. Bu yüzden her davranış ayrı olarak incelenir ve evrim teorisi çerçevesinde mantıklı bir şekilde izah edilmeye çalışılır. Bu tür bir açıklama ise her davranış için yeni bir evrim hikayesi anlamına gelmektedir. Tanınmış evrimcilerden Prof. Dr. Ali Demirsoy bu hikaye yöntemini şu şekilde yorumlamaktadır: Canlının yaşam sürecinin her evresinde, doğa koşullarıyla ve yaşadığı ortamdaki diğer canlılarla ilgili olarak kendi türüne özgü birçok davranış görülür... Tüm bu davranışlar belirli fiziksel ve biyolojik kurallara dayandırılabilir. Fakat tümünün tam bir açıklaması bugünkü biyoloji bilgimiz ile olanaksızdır. (Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları Omurgasızlar -Böcekler Entomoloji, Cilt 2 /Kısım 2, Meteksan Yayınları, Ankara, 1984, sf.217)
Hayvan davranışlarını bilimsel olarak araştırmak, bu davranışlara sebep olan her türlü fiziksel, kimyasal, biyolojik etkenleri keşfetmek ve bunları somut delillerle ortaya koymak bilimin hedefidir. Ancak, bu davranışları somut delillere dayanmadan, evrim şemasının bir yerine oturtmaya çalışmak bilimin değil, evrim inancının ve ideolojisinin bir uygulamasıdır.
Halbuki örnekleri incelediğimizde, böcek davranışlarının diğer canlılarda olduğu gibi tesadüfi bir mekanizmanın, kademeli bir evrimin sonucu olarak değil, bilinçli bir tasarımın ideal formu olarak, bir bütün halinde ortaya çıktığı kolayca anlaşılacaktır.
Böcek davranışlarının en ilginç olanlarına, bu tür süper organizma kolonilerinde rastlarız. Büyük bir karınca kolonisi tek bir vücut gibi çalışabilmektedir. Koloni içinde tam bir düzen ve disiplin hakimdir. Karıncalar feromon adlı kimyasalları kullanarak antenleriyle haberleşirler. Bilim adamları iki farklı tür feromon olduğunu düşünmektedirler. Birincisi genel etkilere ikincisi ise alarm gibi anlık etkilere sahiptir. Bir koloni diğerinden, kendine has kokusu sayesinde ayrılır.

Karıncalar, yuvalarının belli bölgelerinde mantar yetiştirmek için tarım faaliyeti yaparlar, terzilik yaparak yapraklardan yuva dikerler ve birbirleri ile tüm haberleşmelerini antenleri sayesinde gerçekleştirirler.
Koloni içinde her karıncanın belirli bir görevi vardır. Doğumdan itibaren herkes kendi görevini eksiksiz olarak yerine getirmek için uğraşır. Bu üstün organizasyonun en ilginç özelliklerinden biri de karıncaların fedakar davranışlarıdır. Tehlike veya savaş sırasında her bir karınca hiç düşünmeden canını feda etmeye hazırdır. Yaralanan veya vücudundan parça kopan karıncalar bile geri dönüp kaçmazlar. Bazı karıncalar birer canlı bomba haline dönüşerek asit keselerini şişirir ve düşmanın ortasında kendilerini patlatırlar. Bu ilginç özelliklerin yanı sıra karıncaların bazıları diğer kolonilerin pupa halindeki yavrularını çalar ve onları köle olarak kullanırlar. Yuvaların belirli bölgelerinde mantar yetiştirebilmek için tarım faaliyeti yaparlar, öz sularını içtikleri bazı böcekleri yetiştirerek hayvancılık yaparlar. Bitkiler veya diğer hayvanlarla ortak yaşam (simbiyoz) ilişkisine girerler. Terzicilik yaparak yapraklardan yuva dikerler.
Arı ve termit kolonileri de kendilerine özgü davranışlar sergilerler. Balarıları mimari becerilerini sergileyen mükemmel petekler inşa ederler. Kimyasal haberleşmenin yanı sıra, arı dansı adı verilen bir yöntemi kullanarak iletişim kurabilirler. Karıncalarda görülen savunma ve fedakarlık onlarda da vardır. Böceklerin karmaşık ilişkileri sadece bu kadar türle sınırlı değildir. Hangi böceği incelersek inceleyelim, farklı bir davranışla veya değişik bir sistemle karşılaşmak mümkündür. Karıncalar diğer böcekleri esir alırken, bazı böcekler de koloni halinde yaşayan böcekleri veya onların kokularını taklit ederek yuvada parazit olarak yaşamaktadırlar. Bazı böcekler diğerlerinin besinlerini çalarak yaşarlar.
Bu örnekleri artırmak mümkündür. Bu örneklerle birlikte bir gerçek tüm açıklığıyla ortada durmaktadır. Yüz milyonlarca yıldır hayatta olan, ilk yaratıldığı şekli ve özellikleriyle hiç değişmeden günümüze kadar ulaşan böcekler evrim teorisini hezimete uğratmaktadır. Gerçekten de evrim teorisi, böceklerin ve onların sahip olduğu özelliklerin kökenini açıklayabilmek için yeni mekanizmalar uydurmak zorundadır. Bu gerçeği daha iyi kavramak için böcek davranışlarını evrim teorisinin mekanizmalarıyla karşılaştırmak yeterli olacaktır.
İlkel böcek safsatası


Çok eski dönemlerden kalmış olan fosil örnekleri, son derece kompleks yapılar sergilerler. Günümüzdeki örneklerinden farksız özellikler gösteren bu fosiller, evrimciler için büyük bir sıkıntı sebebidir. Çünkü böcekler tek başlarına, evrimin gerçekleşmediğini ispatlarlar.
Yusufçuk örneğinde olduğu gibi, evrimciler çok eski dönemlerden fosilleri kalmış olan böcekleri, ilkel olarak yorumlama eğilimindedirler. Bu sahte yorumların esas amacı, kompleks yapılarıyla evrim şemasına uymayan ve büyük çeşitlilikleriyle açıklanması imkansız hale gelen böcekleri, evrim tablosunun uygun bir yerine sıkıştırmaktır. İşte bu bakış açısıyla değerlendirilen hamamböceği de evrimciler için yusufçuk gibi ilkel bir böcektir.
Aslında evrim teorisinin delili olarak önümüze sürülen hamamböceğini yakından incelediğimizde, yusufçukta da gördüğümüz gibi, kompleks yapılarla karşılaşırız. Hamamböceğinin çok eski dönemlerde yaşadığı doğrudur. 350 milyon yıl öncesinden kalma fosiller bulunmuştur. Ancak bu fosiller hamamböceklerinin evrimleştiğine değil aksine hiç evrimleşmediklerine delildir. O dönemlerden kalan fosillerle günümüzde yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Yani bu 350 milyon yıl içinde hamamböcekleri değişim geçirmemişlerdir. Burada evrimcilerin bu böceği ilkel olarak nitelemeleri, ilkel bir yapıya sahip olmasından kaynaklanmamaktadır. Aksine bu böcek o kadar mükemmel bir tasarıma sahiptir ki, dünyada çoğu canlının dayanamadığı doğa koşullarına dayanmayı başarmış ve günümüze kadar hayatta kalabilmiştir. Ayrıca hamamböcekleri, bütün böceklerde rastlayabileceğimiz kompleks organlara sahiptirler. Bir önceki bölümde incelediğimiz gelişmiş antenler, vücudu kaplayan kitin, mükemmel kanat yapısı bu böceklerde de mevcuttur. Yaklaşık 2000 mercekten oluşan petek gözlere, her türlü besini tüketmeye uygun, son derece gelişmiş makas benzeri ağız ve çene yapısına ve buna bağlı duyargalara, her türlü yüzeyde yürümelerini sağlayan ayak ve ayak yastığı mekanizmalarına, feromon, sıcaklık, titreşim, ışık yoğunluğu gibi her türlü dış etkiye karşı hassas organellere sahip olan hamamböcekleri, bu tasarımlarıyla, ilkel bir tür olarak evrim mekanizmalarının değil, son derece kompleks bir tasarım olarak, akıllı bir yaratılışın ürünüdür. Böceği oluşturan yapıların her biri belirli bir amaç için tasarlanmış ve biraraya getirilmiştir. Anten, göz, ayak yastıkları, kanat gibi organlar indirgenemez kompleksliğe sahiptirler. Yani bir bütün olarak, aniden ortaya çıkmadıkları sürece işe yaramazlar.


Tesadüfler, bir böceğin tasarım harikası kanatlarını, üstün yapısı ile antenlerini, mükemmel renk ve parlaklıktaki kabuğunu asla açıklayamazlar. Cansız nesnelerin canlı hale gelmesi ve mükemmel bir tasarımın oluşması, doğayı oluşturan cansız, şuursuz maddelerin elinde değildir.
Yarım bir anten veya yüzeye biraz tutunabilen ayak böceğin yok olmasına sebep olacaktır. Bu yüzden organlar ya bütün olarak vardır ya da hiç yoktur. Hamamböceği için geçerli olan bu kural diğer bütün canlılar için de geçerlidir. Evrim teorisinin mekanizmalarında amaç ve plan yoktur. Yani toprağı, suyu ve havayı oluşturan mineraller ve bileşikler, çeşitli doğa olayları ve zaman, biraraya gelerek bir böcek üretmeyi planlayamazlar. Bu böceğe daha önce örneği olmayan organlar, organik sistemler, DNA gibi bilgi bankaları yerleştiremezler, böyle kompleks sistemlerin ortaya çıkmasını sağlayacak koşulları planlayamazlar. Cansız nesnelerin canlı hale gelmesi de doğayı oluşturan cansız, şuursuz maddelerin elinde değildir.
Wyoming Üniversitesi'nden, böcek-bilimci Dr. Fred A. Lawson, bu böceklerin kompleks yapısını vurgularken, evrim ideolojisinin etkisiyle garip bir açıklama yapıyor:Hamamböcekleri ilkeldirler, ama yaptıkları şey ve yaşadıkları yer için iyi tasarlanmış oldukları inkar edilemez. ("The Indomitable Cockroach", "Microsoft® Encarta® Encyclopedia 2001. © 1993-2000 (ekte)Bu yorum, aslında evrim teorisinin bir ideoloji olarak, bilim adamları üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunu açıkça göstermektedir. Lawson, yazının devamında da hamamböceklerinin kompleks tasarımlarını anlatıyor, ancak arada, bu böceklerin hiç de öyle olmadıklarını anlattığı halde, ilkel olduklarını vurgulamak zorunda kalıyor.


320 milyon yıllık bu hamamböceği fosili, böceklerin hayali evrimi izahlarının bir safsatadan ibaret olduğunu göstermek için yeterlidir.
Halbuki bir şeyin tasarlanmış olması, bir tasarımcıyı zorunlu kılmaktadır. Böyle mükemmel mekanizmalarla donatılmış böceklerin tasarımı ve yaratılması ise sonsuz ilim ve akıl sahibi bir Yaratıcıya işaret etmektedir.
Aynı tasarım, bilinen ilk böcek fosili olan Rhyniella praecursor için de geçerlidir. Kuyruklasıçrayanlar takımına ait olan bu böceğin fosili 396 milyon yıllıktır.Ancak, günümüzde 3.500'den fazla türü yaşayan bu böcekler, hiç de evrimcilerin hayal ettiği ilkel basit böcek değildir. Aksine, sahip olduğu tasarım bu böceği, her ortamda yaşayabilen, gelişmiş bir makine haline getirmektedir. Kuyruklasıçrayanlar, bu adı kuyruklarının ucunda bulunan özel bir düzenekten almaktadırlar. Çatala benzer bu yapı normal olarak öne doğru vücudun üzerine yatar ve çatalın kaidesi başka bir organel tarafından sabitlenir. Kaslar, bu çatalı arkaya doğru hızla itince, yere çarpar ve tehlike anında böceğin yay şeklinde uzun sıçramalar yaparak kurtulmasını sağlar. Böylece bu böcekler suyun üzerinde bile sıçrama yapabilirler. Kuyruklasıçrayanlar dünyanın her yerinde, kutuplarda, suyun üzerinde ve yerin derinliklerinde bile yaşamaktadırlar. Toprak parçalanması ve humuslaşması konusunda büyük yarar sağlamaktadırlar. Parçalama, çiğneme, emme işlerini yapan son derece kompleks bir ağız ve çene yapısına sahiptirler. Vücut yüzeyinde "pseudocel" adı verilen ve tehlike sırasında vücut sıvısının dışarıya fışkırtıldığı yapılar vardır. Diğer böceklerde gördüğümüz gelişmiş anten yapısına ek olarak "postantenal" adlı bir organ vardır. Bilim adamları bu organın nem algılamaya yaradığını düşünmektedirler ve sadece bu böceğe özgüdürler. Deri tüylerinin arasındaki hava yastıkları, sulu ortamlarda nefes almak için kullanılır. Bazı türler ise vücutlarından ışık çıkartabilirler. Çiftleşme için özel bir dans yaparlar.
İşte evrimcileri içinden çıkılmaz bir duruma sokan şey, en ilkel ve en basit olarak adlandırılan bu böceğin bile mükemmel bir tasarıma, son derece gelişmiş organlara ve mekanizmalara sahip olmasıdır. Bu haliyle Rhyniella praecursor ilkel bir böcek değil, günümüzdeki örneklerinden ayırt edilemeyecek kadar mükemmel bir böcektir. Bu böcek de yukarıda sayılan ve evrimcilerin çarpıtarak ilkel olarak yorumladıkları diğer örnekler gibi, hayali tesadüflerin değil, akıllı bir tasarımın ürünü olarak ortaya çıkmışlar, yani bu canlıları da, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları da Allah yaratmıştır.

Böcekler evrime karşı
Evrim teorisinde böceklerin kökeni konusu büyük bir problem haline gelmiştir. Böcek fosilleri incelendiğinde bu canlıların Devonyan ve Üst Karbon adı verilen dönemlerde aniden, bugünkü halleriyle ortaya çıktıkları görülmektedir. Evrim teorisinin temel inancına göre bütün böceklerin atası olması gereken ilkel böcek ise ortada yoktur. Yani böcekler daha basit bir canlının evrimleşmesiyle ortaya çıkmamışlardır. Yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi, 350-400 milyon yıl önce, şimdiki formlarında, aynı kompleks organlara sahip olarak ortaya çıkmışlardır. Böceklerin hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş olmaları onların hiç evrim geçirmediklerini ortaya koymaktadır. Bilinen 1.087 böcek ailesinin %69'unun fosili bulunmuştur. Bu fosilleşmiş böcekler bugün de aynı özelliklere sahiptirler. Evrim teorisinin çözemediği sorunlardan biri budur.
İkinci büyük sorun ise böceklerin çeşitliliğidir. Evrim senaryolarına göre tek bir atadan evrimleşmiş olan böceklerin belirli bir sayısı olmalıdır. Ancak bugün böcek türlerinin 30 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Böcek nüfusu ise bu tahminlere göre katrilyonları aşmaktadır. Bir canlının bu kadar çok çeşitliliğe ve tür sayısı kadar farklı özelliklere sahip olması, evrim için diğer bir cevapsız soru oluşturmaktadır. Evrim gibi hayali bir sürecin meydana gelebilmesi için ne bu kadar çeşitliliği sağlayacak mutasyon ne de yeterli vakit vardır. California Berkeley Üniversitesi'nden Profesör R. W. Merrit ve K. W. Cummins, An Introduction to the Aquatic Insects of North America (Kuzey Amerika'daki Su Böcekleri Konusuna Giriş) adlı kitapta şu yorumu yapmaktadırlar:Fosil kayıtları hakkındaki yorumlar büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Mesela, böceklerin kara/su kökenini açıklamak için kullanılan fosillerin kısa süre önce, kesinlikle ilkel böcekler olmadıkları, deniz kabuklularının fosilleşmiş parçaları olduğu ortaya çıktı! ( http://www-acs.ucsd.edu/~idea/fossquotes.htm#insects)
Böceklerin kökenini süslü bir üslupla anlatan çok sayıda evrimci senaryo olmasına rağmen, konuyla yakından ilgili olan bilim adamlarının araştırmaları işte bu sonuçları vermektedir. Gerçekten de, diğer canlılarda olduğu gibi, evrim teorisini savunanlar, böcekler konusunda da somut delillere dayanmamaktadırlar. Berkeley ve Oxford Üniversitelerinde yaptıkları araştırmalarla tanınan H. V. Daly ve J. T. Doyen'in yorumları da bu gerçeği ortaya koymaktadır:Ne yazık ki böceklerin kökenine rehberlik edecek hayati aşamaların kanıtları henüz fosil kayıtlarında bulunamamıştır... Kanatlar böceklerin başarısına, diğer organlardan çok daha fazla katkıda bulunmuştur, ama kanatların tarihsel kökeni halen geniş çapta bir sır olarak kalmaktadır. Pensilvanya döneminden kalan ilk böcek fosilleri zaten kanatlıdır... Bu yüzden kanada dönüşen vücut bölümleri, evrim aşamaları, ve kanat oluşumunu sağlayan ekolojik koşullar kuşkuludur.( H.V.Daly, J.T. Doyen, and P.R. Ehrlich, Introduction to Insect Biology and Diversity, McGraw Hill, New York, 1978, sf. 274, 308)
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ward Wheeler da, uzun süren çalışmalarının ardından Nature dergisinde yayınlanan makalesinde delil eksikliğini vurguluyor ve çalışmaların istenilen sonucu vermediğini belirtiyor:
Doğru cevabı verdiğinden asla emin olamazsın, çünkü her grubun kökeni zamanın sisi içinde kaybolmuştur. ( G..Giribet, G. D. Edgecombe & W. C. Wheeler, Arthropod Phylogeny Based on Eight Molecular Loci and Morphology. Nature, vol.413, 13 September 2001, sf.157 – 161)
Bir diğer büyük problem ise böceklerin mükemmel tasarımlara sahip olmalarıdır. Kanat, kimyasal haberleşme, sosyal örgütlenme, mimarlık gibi son derece gelişmiş becerileri doğada hiç olmayan faydalı mutasyon veya kademeli evrim gibi uydurma evrim mekanizmalarıyla açıklamak mümkün değildir.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, böcekler dünyadaki yaşam için çok önemli görevler üstlenmiş, bu görev için özel olarak tasarlanmış ve üstün becerilerle donatılmışlardır.
Birlikte Evrimleşme Senaryosu
Evrim teorisini savunanlar, böcek ve bitki arasında yaşanan yoğun ilişkiyi, bu iki farklı tür arasındaki hayati bağları, ortak yaşamları ve son derece yüksek sayıdaki bitki-böcek çeşitliliğini açıklamak konusunda büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Bu sıkıntılar günümüzde de devam etmektedir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, fosil kayıtlarında böcekler hiçbir ilkel ataya sahip olmadan, aniden, orijinal şekilleri ve organlarıyla ortaya çıkmaktadırlar. Böcekler için geçerli olan durum bitkiler için de geçerlidir. Özellikle böceklerin daha çok faydalandıkları çiçekli bitkilerin 43 farklı familyası fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaktadırlar. Ne bir ara-geçiş formu ne de ilkel bir ata söz konusu değildir. Halbuki evrim teorisinin mekanizmalarına göre, bu kadar çok çeşidi olan bitki ve böceklerin ara-geçiş formlarına veya ilkel atalarına ait milyonlarca fosil olmalıdır. Ancak yaşayan canlıların büyük kısmının fosili bulunmasına rağmen, bu tür ilkel veya geçiş fosilleri hiçbir zaman bulunamamıştır.
Evrim teorisi için delil eksikliği alışılmadık bir durum değildir. Evrim teorisini savunanlar bu durumlara hazırlıklı oldukları için spekülasyon ve senaryo yöntemini bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu bilim dışı yöntemde, delil varlığı önemli değildir. Konuyla ilgili kişiler, evrim mekanizmalarını temel alarak, o konuda ne olduğunu değil, onlara göre ne olması gerektiğini bilimsel terimlerle, bir masal havasında anlatırlar. Daha sonra da eldeki bütün delilleri, evrimi desteklememelerine rağmen bu masalın bir yerine oturtmaya çalışırlar. Ancak bu masalların büyüsünü bozmak kolaydır. Basit sorular karşısında savunmasız ve cevapsız olan bu senaryoların sahteliğini anlamak için doğru soruları sormak yeterlidir.


Evrimciler, böceklerle bitkilerin yoğun ilişkilerini ve bunların nasıl birlikte evrimleşmiş olabileceklerini açıklayamazlar. Tıpkı böcekler gibi, bitkilerin de 43 familyası fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaktadır. Bu da, bu canlıları Allah'ın yaratmış olduğunun apaçık bir delilidir.
Ortak evrim iddiasında en çok adı geçen böcekler, kınkanatlılar denen gruptur. Kınkanatlılar, çok kalabalık bir gruptur ve böcekler sınıfının yaklaşık üçte birini oluştururlar. Kınkanatlılara bu adın verilmesinin sebebi iki çift kanatlarının olmasıdır. Ön kanatlar serttir ve kitin içermektedirler. Bu madde sayesinde koruyucu özelliğe sahiptirler. Ayrıca yüksekten düşüşlerde ve uçuş sırasında denge unsuru olarak görev yapmaktadırlar. Arka kanatlar ise uçmayı sağlarlar. Kınkanatlı bir böcek uçuşunu tamamladıktan sonra, kanatlarını kapalı tutar. Kanatların kapalı olduğu sırada arka kanatlar ön kanatların altına girer. Koruyucu kanatların arka kanatları kapatması ise ayrı bir mühendislik ve tasarım harikasıdır. Bu şekilde katlanan kanatlar sayesinde böcekler en ufak deliklere bile girebilmekte, dış etkiler zar şeklindeki uçucu kanatlara zarar vermemektedir. Bu böceklerin en az 350 milyon yıl önce bu mükemmel tasarıma sahip olarak aniden ortaya çıktıklarını görmüştük. Çiçeklerle ortak yaşayan veya çiçekleri dölleyen, arı, kelebek gibi böcekler de fosil kayıtlarına göre aniden ortaya çıkmaktadırlar. Yani ilk yaratıldıkları günden beri hiçbir değişim göstermeden günümüze kadar gelmişlerdir. 150 milyon yıl önce yaşayan arı da aynı mükemmel petekleri inşa edip bal üretiyordu.
Bu aşamada evrim teorisinin iki temel iddiası vardır. Buna göre, bundan yaklaşık 150 milyon yıl önce ilk çiçekli bitkiler ortaya çıkmış ve çoğalmıştır, bu sayede de bu bitkilerle ortak ilişkiye giren böcek türleri ortaya çıkmış ve çoğalmışlardır.Bu senaryo ilk bakışta böcek ve çiçeklerin kökenini açıklamış gibidir.


Kınkanatlılar, kitin gibi sağlam bir malzeme içeren dış kanatlarının içinde uçmayı sağlayan diğer kanatlarını koruma altına alırlar. Üst kanat aynı zamanda bir denge unsurudur
Oysa gerçekler, evrimcilerin senaryoları kadar basit değildir. Bu hikaye asıl soruların hiçbirine cevap vermemektedir. Bu soruları şu şekilde sıralamak mümkündür: Çiçekli bitki türleri ve onlarla ilişkide olan böcekler, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaktadırlar. Evrim teorisine göre bu türlerin ortak bir atası, bu ilkel atadan, o canlı son şeklini alana kadar arada yaşamış olması gereken sayısız ara form olmalıdır. Bu kadar zengin fosil kayıtlarında neden bir tanesine bile rastlanmamaktadır?

Evrim teorisini savunanlar, bütün bitki ve böcek çeşitliliğini bir genelleme yaparak vermekte, sanki bütün bitkiler ve böcekler aynı özelliklerdeymiş gibi bir anlatım yapmaktadırlar. Halbuki her böcek ve her bitki kendi içinde, onu diğerlerinden ayıran özelliklere, farklı yapılara sahiptirler. Mesela arı, kelebek, karınca, yaprak biti, çekirge, hamamböceği, ateş böceği, danaburnu, pire gibi her biri son derece farklı özelliklere sahip böcekler ve tamamen farklı özelliklere sahip bitkilerin her biri evrim için ayrı bir cevapsız sorudur.

Milyonlarca yıllık arı fosili, günümüzdeki arılarla aynı kompleks özellikleri göstermektedir.
Evrim teorisini savunanlar, daha bu canlıların hiçbirinin kökenini, bu canlılardaki kompleks yapıları, sosyal davranışları açıklayamamışken, bir oldu bittiye getirip, toptan bir senaryo hazırlama yoluna gitmişlerdir. Ancak evrimciler ilk önce sayısını bile tam olarak bilmediğimiz böceklerin ve bu böceklerin sahip olduğu her bir tasarımın kökenini açıklayabilmek zorundadırlar. Bunu yaparken de köhne ideolojilerin, hikayelerin veya tahminlerin değil, bilimsel verilerin ışığında hareket etmelidirler.
Evrimciler, bir tür içindeki varyasyonları yeni bir tür olarak yorumlamaktadırlar. Evrim konusunda yapılan en büyük çarpıtmalardan biri budur. Bu iddiaya göre mutasyonlar veya çevre koşulları yeni türlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Buna göre çiçekli bitkilerin ortaya çıkmasıyla, bu bitkilerin sunduğu uygun koşullar yeni türlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu iddia da kendi içinde çarpıtmalarla ve çelişkilerle doludur. Bu konuyu açıklamak için öncelikle "tür" kavramının ne anlama geldiğini bilmeliyiz. "Tür" dendiğinde insanların aklına çoğu zaman "at, deve, kurbağa, örümcek, yunus" gibi "canlı tipleri" gelir. Evrim teorisinin "türlerin kökeni" iddiası ise, insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre bir canlı türü, kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen canlılardır. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek bir "tür" gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla türlere ayırır. Örneğin arıların yaklaşık 40 bin türü tanımlanmıştır. (Zuhal Özer, Böcekler, Bilim ve Teknik, Şubat 2000, sf.95)
Yani temel olarak bu 40 bin farklı arının hepsi de arı türü içinde ortaya çıkan değişik alt-türlerdir. Arı türüne ait genetik bilgi, bu tür içinde çeşitli değişimler yaşanmasına izin vermektedir ama hiçbir zaman bir arı, bir kelebek haline dönüşemez çünkü türler arasında aşılamaz sınırlar vardır. Biyolojide bu kural "genetik değişmezlik" (genetik homoestatis) olarak belirlenmiştir. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm ıslah çabalarının belirli bir sınırda kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyar. Aynı tür içindeki değişimler ise varyasyon olarak adlandırılır. Aynı kural bitkiler için de geçerlidir. Nitekim yüzyıllardır süren ıslah çalışmalarında hiçbir zaman yeni bir bitki türü elde edilememiş, sadece o bitkinin genetik bilgisiyle oynanarak, çeşitli varyasyonlar ortaya çıkarılmıştır. Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:


Arı familyası içinde çeşitli varyasyonlar meydana gelmiştir. Evrimciler bu varyasyonları, farklı türler olarak tanımlamaya çalışırlar. Oysa ne kadar çeşitlense de arı, kendi özel genetik bilgisine sahip tek bir türdür. Yeni varyasyonlar, farklı görünseler de, aynı genetik bilgiyi paylaşırlar.
Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar 'sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.( Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. sf. 227)
Bu açıdan bakıldığında evrimcilerin yaptığı çarpıtma daha net bir şekilde görülmektedir. Bitkiler ve böcekler birbirlerini etkileyerek yeni türlerin oluşumuna yol açmamışlardır, dahası bu türleşme sayesinde günümüzdeki çok yüksek sayıdaki çeşitlilik ortaya çıkmamıştır. Böyle bir evrim mekanizması söz konusu değildir. Evrimcilerin cevaplaması gereken asıl sorular arı veya gül gibi bir tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Bu sorulara evrim açısından bilimsel cevaplar vermek, hikayeler anlatmak kadar kolay değildir.
Aslında durum çok açık bir şekilde ortadadır. Bilinen böcek ve bitki aileleri, orijinal formlarıyla, aniden, üstün bir aklın ve sanatın eseri olarak yaratılmışlardır. Her tür kendi içinde bir gen havuzuna sahiptir. Bu hazır bilgi ve program çerçevesinde aynı tür içinde farklı görünüşlere sahip çok sayıda varyasyon ortaya çıkmıştır. Ancak hiçbir zaman bir hamamböceği bir arıya veya bir elma ağacı balkabağına dönüşmemiştir. Doğada bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar, sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip, kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her tipi zengin bir varyasyon potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.


Türler arasında aşılamaz sınırlar vardır. Bu nedenle, evrimciler her ne kadar ümitle bekleseler de, bir arı, asla bir kelebeğe dönüşemez.
Böcekler ve bitkiler arasında ortaya çıkan ilişkileri açıklamak da evrim teorisi için bir sorun haline gelmiştir. Tamamen iki farklı tür ancak birarada var oldukları müddetçe yaşayabilmektedirler. Daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, bitkiler ve böcekler son derece farklı iki yapı olarak aniden ortaya çıkmışlardır. Ancak bazı türler arasında çok hassas dengelere bağlı ilişkiler vardır. Mesela arı gibi böcekler çiçekleri döller bunun karşılığında onlardan beslenirler, eutrop ve hemitrop adı verilen bu böcek türleri, tozlaşma işlemini gerçekleştirmek için özel yapılarla donatılmışlardır. Uzun ağız yapıları, polenleri tutan tüyleri vardır. Karıncalar akasya gibi bazı bitkileri zararlılara karşı korurlar karşılığında bitkiden özsu alırlar. Xanthopan morgani praedicta adlı kelebek türü, 28 cm uzunluğundaki hortumunu Madagaskar orkidesinin 28-30 cm derinliğindeki çiçeğinin içine doğru uzatarak döllenmeye yardımcı olur.
Bazı bitkiler böcekler için kurulmuş tuzaklara sahiptirler, bazı böcekler de bitkileri yerler. Evrimcilerin 150-200 milyon yılla sınırladıkları ilişki ise son dönemlerde yapılan bir keşifle tersyüz olmuştur. Bitki ve böcek arasında yaşanan en temel ilişkilerden biri olan ve gal adı verilen yapılara ait son fosiller, bu ilişkinin 300 milyon yıldan daha fazla bir süredir var olduğunu göstermektedir. ( Evolution, Proc. Natl. Acad. Sci. USA, Vol. 93, August 1996, sf.8470-8474)   Bazı böcekler gelişim evrelerinde, çeşitli bitkilerin yapraklarında oluşan ve gal adı verilen yuvalarda korunur ve beslenirler. Gal oluşumu kendi içinde mucizevi bir sistemdir. Bu şekilde hem bitkiler böceklerin zararlarından kurtulurlar hem de böcekler barınacakları ve beslenecekleri bir yuva bulmuş olurlar. Bitki böcek larvasını bir koza gibi saran bir doku üretir. Bir anlamda, bitki böceği hapsetmiştir. Bu aşamadaki böcek, bazı salgıları (beta indolik asit) kullanan başka bir parazitin buraya girmesini engeller. Artık bu bölge bağışıklık kazanmıştır. Bitki kurusa bile galin bulunduğu bölge bir süre daha canlı kalır. Bitkiler ve böcekler arasında bir ilişki de kimyasal maddelerle gerçekleşir. Kimi bitkiler böcekleri çağırmak için çeşitli kokular salgılarlar. Mesela tütün bitkisi yapraklarını yiyen parazitlerden kurtulmak için bir koku salgılayarak arıları yardıma çağırırlar. Bazı bitkiler dişi arı kılığına ve kokusuna bürünürken, çeşitli böcekler bitki yüzeyini taklit ederek kamuflaj teknikleri kullanırlar.

Xanthopan adı verilen kelebek türü, 28 cm uzunluğundaki hortumunu, Madagaskar orkidesinin 30 cm derinlikteki çiçeğine uzatarak onun döllenmesini sağlar.
Bitkiler ve böcekleri arasında kurulan bu ilişkiler, akıllıca tasarlanmış sistemlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Hiçbir bitki, arı adlı bir canlının bilgisine sahip değildir. Ayrıca belirli bir koku salgıladığında, arıların bunu algılayacak duyulara sahip olduğunu da bilemez. Ayrıca hangi kokuların arıları çektiğini de bilmeyen bitki, arıların kendisini yiyen parazitleri öldürebilecek güçte olduğunu da bilemez. Bu sistemlerin zaman içinde küçük değişimlerle, evrimin şuursuz mekanizmalarıyla da gelişme ihtimali yoktur. Parazitler, bitkinin, arının metabolizmasını inceleyip, uygun kimyasal bileşiği üretecek fabrikayı kurmasına izin vermeyecek ve bitki ilk anda ölecektir. Karşılıklı faydaya dayanan sistemler için bu geçerlidir. Sistem bir bütün halinde, karşılıklı dengeye dayalı olarak yaratılmadığı sürece bir işe yaramayacak ve yok olacaktır. Mesela 28 cm derinlikteki yumurtanın döllenmesi için, o çiçek ilk yaratıldığı günden itibaren, 28 cm. uzunluğunda hortumu olan bir böceğe ihtiyaç duymaktadır. Böceğin evrimleşmesini bekleyecek vakti yoktur. İkisi de aynı anda yaratılmadığı takdirde çiçek hemen yok olacaktır. Sayılan bütün mekanizmalar ve dengeler gibi, bu iki farklı türü de, planlı ve bilinçli olarak, sonsuz ilim sahibi Rabbimiz, üstün bir estetik, ahenk ve mükemmel bir tasarımla yaratmıştır.
Y
eryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. (En'am Suresi, 38)
SONUÇ
Darwinistler, karşılarındaki üstün nitelikli varlıkları işte bütün bu nedenlerden dolayı görmek istemezler. Bu canlıların varlıkları, tüm özellikleri ile evrimin gerçekleşmediğini göstermektedir. Daha da önemlisi onların varlıkları Darwinistlerin açıkça görmekten çekindikleri yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedir. Elbette ihtiyaç duyduğumuz herşey oldukça basit sebeplere bağlı olabilirdi, hatta fark etmediğimiz kaynaklardan bizlere gelebilirdi. Bir bitki havadaki nitrojeni doğrudan alacak bir sisteme sahip olabilirdi ya da bizler portakaldan C vitamini aldığımız gibi K vitaminini de yediğimiz herhangi bir besinden alabilirdik. Dünyaya oksijen akışı sabit bir kaynaktan ya da uzayın derinliklerinden sağlanabilirdi ve bunun için birkaç hücreden oluşan küçücük organizmalara ihtiyaç duymayabilirdik. Allah dilese, tüm yeryüzünün düzeni bu şekilde olabilirdi. Ama Allah düzeni çok ince ve hassas dengelerle kurmuş, küçücük bir mikroorganizmayı koskoca bir yaşamın sebebi kılmıştır. İnsanın da karşısında apaçık duran bu yaratılış mucizesini görebilmesi, etrafında kendisine sunulmuş olanlar ve güç yetiremedikleri karşısındaki acizliğini ve Allah'a muhtaç olduğunu fark edebilmesi ve Allah'ı takdir etmesi gerekir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)

MİKRO CANLILAR İLE MEYDANA GELEN EVRİM ÇIKMAZI



Uçsuz bucaksız uzay, gezegenler, güneşler, yıldızlar, tüm makro alem Allah'ın varlığını görüp takdir edebilmemiz için yaratılmıştır.

Uçsuz bucaksız evreni düşünün! Binlerce kilometrelik gezegenleri, milyonlarca derecelik sıcaklıkları ile güneşleri, trilyonlarca yıldız barındıran galaksileri, milyarlarca galaksi barındıran uzayı, yörüngeleri, uyduları, manyetik alanları ve olağanüstü çekim kuvvetlerini… Bütün bunların varoluş nedeni ne olabilir? Cevap açıktır. Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü takdir edebilmemiz için.
Bu mükemmel yaratılışın sınırları o kadar geniştir ki, tek bir atomun varlığı bile bir insanın Allah'ın yaratmasını görmesi için yeterli iken, Allah detay üzerine detay, mükemmellik üzerine mükemmellik, kusursuzluk üzerine kusursuzluk yaratmıştır. Allah, olağanüstü hassas dengelerle, ince detaylarla, kusursuz sistemlerle sınırlarını keşfedemeyeceğimiz kadar büyük bir makro alem meydana getirirken, ancak teknolojik mikroskoplar altında varlığından haberimizin olduğu, ama buna rağmen aynı hassas dengelere, kompleks detaylara ve kusursuz sistemlere sahip bir mikro alem de yaratmıştır. İşte bu Allah'ın, sanatını devasa uzayın derinliklerinde de, tek bir hücrenin içinde de sergilediğinin benzersiz bir kanıtıdır. Allah kuşkusuz ki yerde ve gökte bulunan herşeyin hakimidir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Bu üstün sanat, evrim teorisi için aşılması imkansız engeller meydana getirir. Var olan her farklı alemin sayısız kompleks detayı vardır. Tesadüflerin bir yaratıcı güç olduğunu iddia eden böyle bir teori için, bu detayların herhangi birini bile açıklayabilmek mümkün değildir. Sitenin konusunu oluşturan mikroorganizmalar ise, başta da belirtmiş olduğumuz gibi, evrim teorisi açısından çok daha farklı ve büyük bir öneme sahiptirler. Evrime göre yeryüzünde oluşan ve zamanla evrimleşen ilk canlı (!) bir mikroorganizmadır. Hayali evrim, hayvanları ve bitkileri çeşitli sınıflara ayırmıştır. Her sınıfın bir diğer sınıftan evrimleştiği iddia edilir. Şu an karşımızda duran olağanüstü çeşitlilikteki canlı alemi ise, yine bu teoriye göre bu hayali ağacın son dallarıdır. Tek hücreli bir mikroorganizma ise tüm bu sınıfların ortak atasıdır. Şimdi bu mikroorganizmayı bu ağaçtan çıkaralım! Geriye ne hayvan, ne bitki, ne insan, ne tür, ne çeşit kısaca hiçbir şey kalmayacaktır. Geriye evrim de kalmayacaktır. Nitekim, site boyunca genel olarak anlattığımız tüm özellikler ve bunun gibi daha yüzlerce özellik, mikroorganizmaların bir tesadüf eseri oluşamayacaklarını çok çeşitli şekillerde kanıtlamaktadır. Bu durumda evrimi başlatan "ilk canlı" kendi kendine meydana gelemez. Evrimi başlatan bir "ilk canlı" olmadığına göre de, evrim diye bir şey yoktur.
Milyonlarca yıldır bizlerle birlikte var olmalarına, yeryüzündeki yaşamı doğrudan etkilemelerine rağmen varlıklarını yalnızca bir yüzyıl önce fark edebildiğimiz bu canlılar, birkaç organele sahip bir veya birkaç hücreden meydana gelmişlerdir ve açıkça şuur sergilerler. Bir uzman gibi taktik geliştirebilir, bir kimyacı gibi formül kullanır, bir laboratuvar gibi çalışabilir ve tıpkı bir insan gibi düşünebilirler. Aslında bu benzetmeler de yeterli değildir. İnsan hata yapabilir, unutabilir, ama bu canlıların hata yapma ihtimali yok denecek kadar azdır. Ayrıca bir laboratuvardan daha üstün yeteneklidirler. Bu mikroorganizmaların gerçekleştirdiği işlemlerin pek çoğu henüz laboratuvarlarda gerçekleştirilememiştir.
İşte evrimcilerin ısrarla basit canlı kategorisine dahil etmek istediği canlılar bunlardır. Darwin ve onu izleyen Darwinistler, uzun yıllar onları bu şekilde sınıflandırmışlardı. Ancak 1940'lı yıllarda aniden mikroorganizmaların da bir genetik yapılarının olduğunu öğrendiler. 1944 yılında bakteriden başlamak üzere tüm canlıların DNA'ya sahip olduğunu gördüler. Genetik bilimi, evrimciler için hiç hesapta olmayan, hiç beklemedikleri yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Açıklamakta başarısız oldukları canlılar alemine bir yenisi eklenmişti. Hem de çok daha kapsamlı olarak!


Zamanla yapılan araştırmalar, mikro canlıların bir kısmının Dünya'nın oksijeninin %70'ini sağladığını, bir diğer bölümünün organik molekülleri ayrıştırdıklarını, bir kısmının azot döngüsünü gerçekleştirdiklerini ortaya çıkardı. Bu durum, evrimciler için gerçek anlamda bir şoktu.
Zamanla yapılan araştırmalar bu canlıların bir kısmının Dünya'nın oksijeninin %70'ini sağladığını, bir diğer bölümünün organik molekülleri ayrıştırdıklarını, bir kısmının azot döngüsünü gerçekleştirdiklerini, büyük bir bölümünün Dünya'yı temizlediklerini ve bunlar gibi daha pek çok hayati mekanizmaların birinci dereceden içinde olduklarını gösterdi. Başka bir deyişle Darwin'in "basit" dediği bu canlılar olmadan hayat olmuyordu.
Darwinistler, çözümü genetik bilimi ile ortaya çıkan bu gerçeklere hiç değinmemekte buldular. Gerçekten de hangi evrimci eseri incelerseniz inceleyin, mikroorganizmaların özelliklerinden oldukça kısa bahsedildiğini, hatta kimi zaman hiç bahsedilmediğini görürsünüz. Bunları dile getiren birkaç evrimci de evrimin, bütün bu gerçekler karşısında büyük bir açmazda olduğunu itiraf etmeden geçememiştir:
Eşi olmayan dizilim 102,000,000 alternatiften yalnızca bir seçenektir. İlk yaşamın kaynağının eşsiz bir olay olduğu ve olasılık ile tartışılamayacağı sonucunu kabul etmek zorunda kalıyoruz.( W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Regency,USA,1991, sf. 303)
Bir başka örnek ise şöyledir:Virüs seviyesinin üzerinde yaşayan en basit birim inanılmayacak derecede komplekstir. Sanki amip basit bir başlangıç işlemine sahipmiş gibi, amipten insana evrim sık sık konuşuluyor. Tam bunun tersine, eğer hayatın basit moleküler bir sistemden geliştiği doğru ise, bu durumdan amip durumuna kadar gelen sistem, en azından amip-insan arasındaki kadar büyüktür.( W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Regency,USA,1991, sf. 298)
Darwinistler, son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu itiraf ettikleri bu canlıları yine de Allah'ın yarattığı birer mucize ve sanat eseri olarak görmez, kendileri de inanmadıkları halde tesadüfen imkansızın gerçekleştiğini iddia ederler. Evrim bir ideolojidir. Allah'ın varlığına inanmak yerine imkansızı kabul etmek, olmayacak şeylere insanları inandırmak amacı üzerine kuruludur. Ortada deneysel kanıtlar veya bilimsel sonuçlar yoktur. Phillip E. Johnson'un belirttiği gibi; "Bakteriden kompleks bitkilerin ve hayvanların oluştuğunu iddia etmek deneysel bir doktrinden çok felsefik bir doktrindir." ( http://id-www.ucsb.edu/fscf/LIBRARY/JOHNSON/AAUP.html - What (if Anything) Hath God Wrought? Academic Freedom and the Religious, Proffessor by Phillip E. Johnson) Bu gerçeği daha yakından görebilmek için evrimci iddialarla mikroorganizmaların yapısı arasındaki çelişkileri kısaca inceleyelim.
Mikroorganizmalar Evrimi Yalanlıyor
Evrimci iddialar, ilk bakterinin edindiği ilk özelliğin, kendi besinini üretmek olduğunu öne sürerler. Buna da fotosentez derler. Halbuki fotosentezin günümüzde anlaşılan kısmında bile gerçekleştirilen işlemlerin tümü kimyasal işlemlerdir ve son derece karmaşıktır. Böyle bir işlemi gerçekleştirebilmek için sizin bu işlemi yapacak bir sistemi önce meydana getirmeniz, daha sonra onu hücrenin içindeki küçük bir organele sığdırmanız gerekmektedir. Oysa böyle bir laboratuvarı oluşturmanız mümkün değildir. Bu durumda böyle üstün bir laboratuvarın tesadüfen meydana geldiğini ve milyonlarca sene boyunca tesadüfen bu mükemmel hali ile bu canlıların tümünde var olduklarını iddia etmek kuşkusuz son derece mantık dışı olacaktır.

Üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişi olduğu anlaşılan algler, fotosentez gibi olağanüstü bir işlemi gerçekleştirmektedirler. Tek hücreli bir canlının böyle bir mekanizmaya sahip olması evrim teorisini bütünüyle geçersiz kılar.
Alman evrimci biyolog Hoimar Von Ditfurth, fotosentezin en önemli kaynağı olan ve bu nedenle evrimciler açısından da oldukça büyük öneme sahip alglerin sahip olduğu kompleksliği şu şekilde belirtmektedir:

Bugüne kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça karmaşık ve ustaca organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler. (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi I, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, sf.199)
Söz konusu canlıların evrim için hangi yönlerden birer açmaz teşkil ettiklerini kısa hatırlatmalarla bir kez daha gözden geçirmekte fayda vardır: Mikro canlılar konusunda Darwinistleri çaresiz bırakan konulardan bir tanesi de bu canlıların günümüzde, milyonlarca senelik halleri ile aynı şekilde bulunmalarıdır. Oysa hayali evrim sürecine göre olması gereken; bu canlıların zamanla değişerek bugünkü kapsamlı canlılığı ortaya çıkarması ve "basit" hallerinin yok olup gitmesidir. Oysa durum böyle değildir. Geçmişten gelen fosiller, hatta geçmişten kalan canlı sporlar evrimin hiç gerçekleşmediğinin çok önemli birer kanıtıdırlar. 400 milyon yıl öncesinden gelen akar fosilleri günümüzdeki akarlardan farklı değildir. 25 milyon yıllık bakteri sporları oldukları gibi muhafaza olmuşlardır ve günümüzdeki bakterilerle birlikte çoğalmaya devam etmişlerdir. Bugün bulunan alg fosilleri, yaklaşık 3 milyar yıl önceki fosillerle aynıdır. Bu "aynılık" evrim teorisini savunanları tedirgin eder, çünkü geçen milyarlarca seneye rağmen evrim geçirmemiş bir canlının varlığını açıklamak zorunda kalırlar. Üstelik bu canlı, milyarlarca yıl önce sahip olduğu kompleksliği aynı şeklide muhafaza etmektedir. Elbette diğer her konuda olduğu gibi bu konuda da açıklamasızdırlar.
Tek veya birkaç hücreden oluşmalarına rağmen bu mikroorganizmalarda, canlının yaşaması için gerekli olan sistemlerin tümü bulunmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bu yapıların tümü son derece can alıcı bir öneme sahiptir. Bunlardan bir tanesini devreden çıkarırsanız, organizmanın yaşaması mümkün değildir. Dolayısıyla sadece birkaç organele sahip olmasına rağmen bir bakteri, bütün parçaları ile birlikte var olmak zorundadır. Yani geçmişten geleceğe doğru aşama aşama gelişmiş olması mümkün değildir. Zaten fotosentez veya azot döngüsünü gerçekleştiren nitrifikasyon gibi son derece kompleks kimyasal işlemler, böyle aşamalı bir geçişin gerçekleşemeyeceğine en önemli kanıttırlar. Tek bir hücrenin içinde bu kimyasal işlemleri gerçekleştirecek mekanizmaların zaman içinde gelişmiş olması mümkün değildir. Bir bakteri bütün bu özellikleri ile beraber bir anda meydana gelmelidir. Onu meydana getiren proteinlerden bir tanesi bile eksik olsa yaşaması mümkün değildir. Böylesine bir anda gelişim ise Darwin'in evrim teorisine tümüyle ters düşmektedir.


Tek hücreli canlılar (prokaryot hücreler) çok hücreli, yani ökaryotik hücrelerden oldukça büyük farklılık gösterirler. Ökaryot hücreler de birbirleri içinde son derece farklıdırlar. Birbirinden farklı bu hücre tiplerine sahip canlıların birbirine dönüşümü kuşkusuz ki imkansızdır.
Darwinistlere göre evrim mikroorganizmalarla başlamış ve suda yaşayan tek hücreli algler değişim geçirerek ve daha sonra da karaya çıkarak kara bitkilerini oluşturmuşlardır. Öncelikle prokaryot hücre özelliklerine sahip bir canlının, yani bir algin, birdenbire değişerek ökaryot hücre özelliklerine sahip olması yani bir bitki haline dönüşmesi imkansızdır. İki hücre tipi birbirlerine dönüşemeyecek kadar farklı yapıdadırlar. İkinci olarak bir canlı suda yaşayabilmek için son derece özel bir metabolizmaya ve çeşitli sistemlere sahiptir. Karada yaşayabilmek için tüm metabolizmasının tümüyle değişmesi yani, kara ortamına uyumlu olması gerekmektedir. Bu ise, söz konusu tek hücreli bir alg bile olsa, imkansızdır.
Evrim teorisi alglerin sudan karaya geçişlerine delil olarak kara alglerinin varlığını gösterir. Oysa bu bir delil değil, yalnızca bir yanıltmacadır. Kara algleri ile su algleri, aynı türden canlılar olmalarına rağmen, birbirlerinden tamamen farklı özellikler taşımaktadırlar. Karada yaşayan algler, tamamen kara yaşamına uygun bir metabolizmaya sahiptirler. Aynı şekilde su algleri de ancak suyun içinde yaşamlarını devam ettirebilirler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu canlıların metabolizma değiştirerek karaya uygun hale gelmeleri imkansızdır. Bu canlılar, yeryüzündeki iki farklı çeşit canlıdan başka bir şey değildirler.
Evrim teorisi, bu mikroskobik canlıların birbirleri ile olan fedakarlığa dayalı ilişkilerini de hiçbir şekilde açıklayamamaktadır. Kimi zaman iki tarafın da faydalanmasını sağlayan bu ilişki, kimi zaman bir tarafın gönüllü olarak çaba göstermesi ve bundan diğer tarafın faydalanması temeline dayalıdır. Bu ortaklıkta, iki canlının birbirleri ile rekabet etmeden dostane bir birliktelik içinde olmaları, dahası birbirlerinin yaşamı için fedakarlık göstermeleri evrimin "hayatta kalabilmek için rekabet" mekanizmasını tümüyle geçersiz kılmaktadır.
Yapıları, özellikleri ve fosil kayıtları gibi nedenlerle mikro dünya konusunda büyük bir açmazda olan Darwinistleri zor durumda bırakan sorulardan bir tanesi de bu canlıların Dünya üzerindeki yaşam için "neden" bu kadar üstün bir gayret içinde olduklarıdır. Bir bakteri neden Dünya'ya oksijen sağlamaya karar vermekte, bir akar neden Dünya'yı temizleme ihtiyacı duymakta, bir alg neden canlıların içine yerleşerek onlara besin sağlamaktadır? Ya da bunun tam tersi, bakteriden bile küçük boyutlardaki bir virüs neden canlı hücrelerini işgal ederek savaş açmakta ve kendisinden milyarlarca kat büyük bir canlıyı hasta edebilmekte, hatta onu öldürebilmektedir? Ya da bazı işlemler için neden mutlaka mikro canlılar gerekmektedir, neden bunlar daha basit şartlara veya daha kolay sebeplere bağımlı değildirler? Örneğin K vitaminini neden besinlerden doğrudan alamayız, bu ihtiyacımızı bize neden bakteriler sağlar? Ya da bitkiler atmosferde %80 oranında bulunan ve temel ihtiyaçları olan nitrojeni neden doğrudan atmosferden değil de, topraktaki mikroorganizmalar yardımı ile alırlar? Eğer bir evrim gerçekleştiyse, havadaki nitrojenin toprak altındaki bakteriler tarafından nitrat ve amonyuma çevrilmesi ve bu şekilde bitkiye verilmesi bu hayali evrim için çok daha zor bir yol değil midir? Üstelik evrim için buradaki işlemlerde saydığımız her aşama açıklamasızdır. Cevabı evrimciler tarafından asla verilemeyecek olan bütün bu sorulardan, evrim gibi bir sürecin hiçbir şekilde yaşanmadığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

AKARLAR (MAYTLAR)

AKARLAR (MAYTLAR)


Akarlar, yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada, kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. Kuşkusuz bu canlıların görünmez oluşları, Allah'ın hikmetli yaratışının bir örneğidir.
Şimdiye kadar özelliklerini incelediğimiz mikro canlılar, içimizde, dışımızda, çevremizde, kısacası bulunduğumuz her yerde oldukça fazla sayıda varolan geniş bir alemi temsil eder. Bu geniş dünyaya dahil olan ve diğer canlılar gibi her ortamı bizimle paylaşan bir başka canlı daha vardır. Akar ya da mayt olarak adlandırdığımız bu canlı, herhangi bir böcekten daha farklı özellikler taşımayan, son derece detaylı ve kompleks bir yapıya sahip olan, ama buna rağmen yine de ancak mikroskopla fark edilebilen bir mikro canlıdır. Yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. 5-50 mikron arası boyutlarında olan bu canlılar bize görünmezler. Eğer görünselerdi, kuşkusuz büyük bir şaşkınlık yaşardık. Bacakları ve kıskaçları ile bir örümceği andıran bu canlı, yaşadığımız her santimetrekareyi kaplamış durumdadır.
Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yatak ve minderler, mobilyalar ve halılardır.
Normal şartlarda insanlar, bu ilginç görünüşlü varlıkları görüp fark edebilmeyi istemezler. Kuşkusuz bu canlıların görünmez oluşları, Allah'ın hikmetli yaratışının bir örneğidir. Bu canlılar, çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki, yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10.000 tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar, ürettikleri proteine karşı alerjik olmadığınız sürece size zarar vermezler; sizi ısırmaz, sokmaz, hastalık bulaştırmazlar.


Evlerde, özellikle de halılarda yaşayan akarlar.
Ancak bazı canlılar için zararlıdırlar. Öyle ki, parazit olarak içinde yaşadığı bir arı topluğunu, arıların üstteki ölü derilerini delerek ve vücut sularını emerek ortadan kaldırabilirler. Bunun gibi pek çok böcek, hayvan ve bitkiye zarar verebilirler. Kimisi zarar verirken, beraberinde çeşitli faydalar da getirir. Örneğin böcek akarları böceğin ölümüne veya hastalanmasına sebep olurlar, ama aynı zamanda meydana getirdikleri atıklarla toprağın verimini de büyük ölçüde artırırlar. Bazıları ise birtakım canlıların asalaklarıdır. Bazı hayvanların kulak kanallarında, akciğerlerinde ve bağırsaklarında yaşarlar. Dolayısıyla akarlar farklı ortamlarda ve insan dışında farklı canlılarla da yaşayabilen canlılardır.
Akarlar türlerine göre çeşitli yerlerde bulunabilirler. Everest Dağı'nın 5000 metre yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik Okyanusunun 5200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Sırf Antarktika'da 50'den fazla karada yaşayan akar türü bilinmektedir.


Akarlar, 5000C'ye kadar yüksek ısıya sahip yeraltı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler.
Bunun dışında akarlar kaplıcalar, mağaralar, çöller ve tundralar da dahil olmak üzere pek çok yerde bulunabilirler. 10 metre derinlikteki madenlerde, soğuk ve termik kaynaklarda 5000C kadar yüksek ısıya sahip olan yer altı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler. Farklı ortamlarda yaşayabilen bu farklı türlerinin sayısının 500.000'den fazla olduğu hesaplanmıştır. (Acari General Features, Encycyopedia Britannica 2002 Interaktif Versiyon)
Akarlar yaşamları süresince toplam dört aşamadan geçerler. Yumurta, larva, nemf aşaması ve yetişkinlik. Yetişkinler bir kere derilerini değiştirirler. Yumurtadan yetişkinliğe uzanan bu dönem yaklaşık 1 ay sürer. Yumurtlayan dişilerin nüfusu da her hafta 25-30 kadar artar. Yetişkin akarlar, ortamın nem seviyesi ve ısısına bağlı olarak 2 ay kadar yaşayabilirler.
Akarlar su içmezler ama havadan ve ortamdan aldıkları nemi emerler. Bu nedenle bulundukları çevredeki nem onlar için önemlidir. %70-80 gibi oldukça yüksek orandaki nemden ve yaklaşık 270C sıcaklıktan hoşlanırlar. Böylesine uygun bir ortam bulduklarında sayılarını oldukça artırabilirler. Örneğin yarım hektarlık bir otlak toprağında 6.000.000 kadar üyeleri bulunabilmektedir.
Akarların Son Derece Kompleks Vücut Yapıları Vardır
Akarlar, bize görünmeyen bir alemde yaşayan canlılardır. Göremediğimiz, varlığını bir mikroskop olmadan kanıtlayamayacağımız bu canlının acaba nasıl bir bedeni vardır? Bedeni tek bir hücreden mi ibarettir? Yoksa biraraya gelmiş birkaç hücre ve bir miktar organelden mi oluşmaktadır? Bu kadar küçük olduğuna göre başka bir ayrıntıya, özelliğe ya da organa sahip olamaması gerekir. Normal şartlarda gözle görünür belirli bir hacmi bile olmayan bir canlının, bir bakteri hücresinin özelliklerinden fazlasına sahip olması imkansız görünmektedir. O halde inceleyelim: Bir akar bedeni diğer mikro canlılardan farklı mıdır?


Sadece mikroskop altında görebileceğimiz akarlar, son derece kapsamlı bir vücut yapısına sahiptirler. Bu canlıları oluşturan detaylar, yeryüzündeki kompleks yaratılışı gözler önüne serer.
Akar dediğimiz canlı, insan kafatasına benzeyen bir bedenden oluşur. Bedenin üzerinde seyrek olarak tüyler bulunmaktadır. Ağzı, kafatasına benzeyen bu vücudun önünde toplanmıştır ve delmeye ayarlı özel bir yapıdadır. Akar, sahip olduğu bu özel yapı sayesinde kendisine uygun bulduğu yiyecekleri küçük parçalara ayırabilir ve dolayısıyla besini vücuduna alabilir. Akarın vücudu ovaldir ve ince çiziklerle kaplanmıştır. Bu oval vücuttan sekiz küçük bacak çıkar. Sekiz ayak ise son derece önemli bir tasarıma sahiptir. Ayak tabanları akarların halı iplikçikleri arasına ve döşemelerin derin bölmelerine gömülebilmelerini sağlayan yapışkan bir madde ile kaplanmıştır. Bu sekiz küçük bacak en güçlü vakum temizleyicilerinin bile çekiş gücüne direnç gösterebilir.
Buraya kadar bahsettiklerimiz, bu mikroskobik canlının sadece dış görünümüdür. Gözle görülmemesine rağmen aslında her an her yanımızda olan bu canlının bir de bedeninin "içi" vardır. Daha önce belki de varlığından bile haberimizin olmadığı bir akar, oldukça kapsamlı "iç organlara" sahiptir:Akarların bazısı hem karada hem de suda yaşayabilir. Karada yaşayabilen akarlar "soluk borusu" yoluyla nefes alırlar. Soluk borusunun hemen yanında da "yemek borusu" bulunmaktadır. Bazı akarların bitki hücrelerini delebilecek kadar keskin olan beslenme organları bulunmaktadır. Akarlar bu organları ile besinlerin özündeki suyu rahatlıkla emebilirler.(Acari Natural History, Encycyopedia Britannica 2002 İnteraktif Versiyon)  Bazı akarlarda yemek borusunu çevreleyen oldukça gelişmiş bir "sinir sistemi" vardır. Beynin bir bölümünden yayılan sinir dizisi, "bacaklar", "sinir sistemi", "kas sistemi" ve "üreme organlarındaki" sinirleri harekete geçirir. Ağız bölümlerindeki sinirler de beynin diğer bir bölümü tarafından harekete geçirilmektedir. Kısacası, görülmeyen akarın bir "beyni" vardır.
Sistemler ve organlar bunlarla sınırlı değildir. Akarın yediklerini sindirmesini sağlayacak bir "sindirim sistemi" de olması gerekmektedir kuşkusuz. Sindirim sistemi ön tarafta kaslı bir "yutaktan", uzun ve dar bir "yemek borusundan", bir "mideden", kısa bir "bağırsaktan" ve arka taraftaki "bağırsak boşluğundan" oluşmaktadır. Karıncığın mideye ait olan çiftli keseleri vardır, bunlar kısmen besin depolama organları olarak işlev görüp bazı akarların beslenmeksizin uzun süre hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlar.
Akar, arka bağırsağa açılabilen "boşaltım organlarına" da sahiptir. Bunlar vücut boşluğundaki atık maddeleri toplarlar ve bunu "guanin" adı verilen organik bir bileşiğin içerisine iletirler. Boşaltım organlarına kadar gelen bu iletim, bize hiç de yabancı olmayan bir yolla gerçekleştirilmektedir: "Kan dolaşımı". Kan, bir kalp ya da çeşitli kasların hareketleriyle vücut içinde dolaşmaktadır. Yani görülmeyen akarın bir "kalbi" vardır.


Akarlar, oldukça gelişmiş iç organlara, sinir ve kas sistemine sahip bacaklara, hatta bir beyne sahiptirler.
Akarların "üreme organları" da vardır. Sperm transferi, ya direk olarak ya da spermatophores adı verilen paketlerin içerisinde meydana gelmektedir. Erkek spermini, erkek çiftleşme yapısı vasıtasıyla direk olarak dişi genital organının içerisine bırakır. Bazı erkekler kendi spermlerini içeren bir paketçik üretirler. Bu paket ya direk olarak erkeğin ağız bölümüyle ya da dolaylı olarak bulundukları yüzeydeki çökeltiyle dişi genital bölgeye iletilir. Böylelikle dişi kısa bir süre sonra yumurta bırakır.
Bu birkaç paragrafta, eğer bir insan veya hayvan bedeninden bahsediyor olsaydık, saydığımız organların ve sistemlerin varlığı kulağımıza daha makul ve daha normal gelebilirdi. Ancak edindiğimiz bu kadar bilginin ardından tekrar hatırlatmakta fayda var. Bir akar, bildiğiniz veya karşılaştığınız en küçük böcekten, hatta görebildiğiniz bir noktadan daha küçüktür. Sizinle birlikte sizin bulunduğunuz her yerde milyonları aşan bir topluluk şeklinde yaşar. Sizinle birlikte yaşamasına ve bu kadar geniş bir topluluğa sahip olmasına rağmen, bu canlıların varlığından eser yoktur. İşte Allah'ın varlığının en büyük tecellilerinden biri, büyük bir sanat harikası şeklinde karşımızdadır.

Tarla ve bahçelerde yaşayan akarlar, bitkiler için son derece faydalı işler gerçekleştirirler. Bitkilere zarar veren böcekleri ortadan kaldırır ve ortamın temizlenmesine yardımcı olurlar.
Varlığından eser olmayan bu canlının bedenine Allah, birbirinden kapsamlı, çeşitli ve aynı zamanda kompleks organlar yerleştirmiştir. Bunların hiçbirinin birbiriyle bağlantısı atlanmamıştır, canlının yaşaması için gerekli olan her sistem kusursuzca mikroskobik bedeninde yaratılmıştır. Daha yüzlerce detayı olan bu sistemlerden sadece bir tanesini, bir mideyi veya sinir sisteminin tek bir mikroskobik ağını acaba sahte evrimin hayali mekanizmaları meydana getirebilir mi? Kuşkusuz bu imkansızdır. İşte bu nedenle küçücük bir akarın sahip olduğu her detay bir kez daha evrim teorisine vurulmuş önemli bir darbedir.
Burada belki de zihnimizi meşgul etmesi gereken soru şu olmalıdır: Acaba bir mikroorganizmanın vücut sistemlerine, kan pompalayan kalbine veya sinir ağlarından oluşan beynine mi, yoksa bunların hiçbirine sahip olmadığı halde dünyaya besin ve oksijen sağlayan, işbölümü yaparak kendisine besin elde eden ve kimi zaman vücudumuzu zehirlenmekten korurken kimi zaman da toprağa mineral üreten tekhücrelilere mi şaşırmak gerekir? Bunların hepsi üstün yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz aklının, sonsuz sanatının, sonsuz ilminin benzersiz tecellileridir. Günler geçtikçe, teknoloji ve bilim daha fazla ilerledikçe bu sanat eserlerine yenileri eklenecek, şu an bizlere gizli olan yeni keşifler ortaya çıktıkça bu üstün yaratılış gerçeği pekişecektir. Ortaya çıkan her keşifte Darwinistler teorilerini çürütecek yepyeni delillerle karşılaşacaklardır. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)
Akarlar Önemli Birer Temizleyicidirler
Akarların bulundukları ortamlarda ev tozu, kumaş iplikleri, insan derisinin pulları, hayvan parçacıkları ve tüyleri, bakteriler, küf sporları, yiyecek parçacıkları ve diğer organik ve sentetik materyaller bulunmalıdır. Bunları yiyerek beslenirler. İnsanlarla fazlasıyla içli dışlı olmalarının nedeni budur. Bu açıdan bakıldığında bu küçük canlıların çok büyük bir bölümünün dünyayı temizlemekte olduğunu anlarız. Bu canlılar, besinlerini oluşturan pullar, salgılar, tozlar, mantar sporları, polen taneleri ve bitki liflerinin yok edilmesini sağlarlar.
Akarlar çevremizde bunu sağlayabilecek kadar çok sayıda mıdırlar? Sayıları gerçekten de çok fazladır. Ev tozunun 1 çay kaşığına (1 gr) düşen akar nüfusu 1000 kadardır.  (http://www.ristenbatt.com/dustmite.htm - Remowing Allergens From Your Home ) Böylesine fazla miktardaki akarın sürekli faaliyet halinde olduğunu düşündüğümüzde çevremizde çok detaylı bir temizlik yaptıklarını anlarız. Eğer akarlar olmasaydı, bu mikro atıklar her geçen an daha da fazlalaşacak ve dünya yaşanamaz bir yer olacaktı.
Akarların yeryüzüne katkıları bununla da sınırlı değlidir. Bazı akarlar beslenmek amacıyla farkında olmadan bulundukları ortama fayda getirirler. Örneğin Pyemotes tritici türündeki akarlar genellikle depolanmış olan tahıllarda, kurutulmuş tanelerde ve bezelyelerde, samanlıklarda, kuru otlarda ve kurutulmuş çimenlerde üremektedir. Bu canlılar yaşadıkları ortamlar için son derece faydalıdırlar, çünkü depolanmış tahıl ve benzeri besinlerle beslenen böcekleri felce uğratıp ortadan kaldırırlar.
Akarlar Şuurlu Hareket Ederler
Akarlar zor durumda kaldıklarında, diğer canlılar gibi kendileri için savunma yöntemleri geliştirirler. Örneğin yonca akarları kendileri için elverişsiz olan iklim koşullarında kış uykusuna veya yaz uykusuna yatarlar. Yaşamaları için gereken belirli aralıklardaki sıcaklığın, artığını ya da azaldığını fark ettiklerinde bir tehlikenin söz konusu olduğunu anlarlar. Aldıkları tedbir sonucunda vücutlarının bazı fonksiyonlarını yavaşlatır ve uyku durumuna geçerler. Adeta bir ölü şeklini alan bu canlılar çevrenin olumsuz şartlarından bu sayede etkilenmezler ve havalar yaşamaları için elverişli bir sıcaklığa geldiğinde yeniden eski hallerine dönerek yaşamaya başlarlar.
Bazı akarlar da farklı yerlere taşınabilmek için böcekleri ve eklembacaklıları kullanırlar. Örneğin Dinogamasus türündeki akarlar, bazı arıların karın bölgesindeki özel bir akar kesesinin içinde yaşamakta ve bu şekilde istedikleri ve besin bulabilecekleri yerlere kolaylıkla ulaşabilmektedirler.Böyle bir işlemin gerçekleşebilmesi için öncelikle arıların karın bölgesinde akarlar için özel olarak tasarlanmış bir kesenin olması gerekmektedir.


Yonca akarı.
Akarların bu özel tasarımın farkında olmaları ve başka yerlere taşınabilmek için bu yöntemi kullanmayı düşünmeleri gerekmektedir. Bu canlılar, kuşkusuz böyle karşılıklı bir anlaşma yapacak bir beyne ve akıl gücüne sahip değildirler. Normal şartlarda böyle bir şeye ihtiyaç da duymamaları gerekir. Akarlar dünyanın her yanında bulunabilen ve çok rahat üreyebilen canlılardır. Bir arının kesesine yerleşerek zor ve zahmetli bir yolculuk yapmayı tercih etmelerini gerektiren bir ihtiyaç görünmemektedir. Üstelik burada arının karşılıksız olarak yaptığı fedakarlık, evrim teorisinin sahte mekanizmaları ve süreçleri ile tamamen ters düşecek bir harekettir. Evrime göre "hayatta kalma mücadelesi" içinde olması gereken bir canlının, hiçbir karşılık beklemeden bir başka canlıya yardımda bulunmasının herhangi bir mantığı yoktur. Evrimin nasıl bir aldatmaca olduğu böyle bir örnekle bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Bu canlıların, birbirlerine böyle bir yöntemle yardımda bulunmalarının sebebini açıklamak, evrimciler açısından gerçekten de zordur. Bu canlılar, insanlar gibi karşılıklı anlaşma ve dayanışmaya dayalı bir fedakarlık bilincinden kuşkusuz ki yoksundurlar. Doğadaki bu ve buna benzer örnekler, yeryüzündeki her şeyin tek ve üstün bir yaratıcısının olduğuna açık bir delildir. Herşey, bu üstün yaratıcı olan Allah'ın belirlediği şekilde, O'nun izni ile ve O'nun belirlediği kadere göre işlemektedir. Kuşkusuz, "O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur." (Hud Suresi, 56) Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)

MANTARLAR,KÜFLER,MAYALAR

Mantarlar içlerinde klorofil taşımayan canlılardır. Bünyesine girdikleri canlılarda genellikle enfeksiyon meydana getirerek hastalık yaparlar. Ama aynı zamanda yeryüzündeki canlıların besin ve mineral ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü karşılamaktadırlar. Dolayısıyla dünyada yaşamın devamı için gereklidirler. Mikro alemin bu üyesinin yaklaşık 90.000 farklı türü tanımlanmıştır. Bazı tahminlere göre bu canlı, bilinen ve bilinmeyenlerle birlikte 1.5 milyon farklı türden oluşmaktadır.( L.M.Prescott- J.P.Harley- D.A.Klein, Microbiology, McGrawHill, International, 1999, sf. 524)
Mantarlar genellikle karanlıkta, nemli ortamlarda ve organik maddelerin bulunduğu her yerde ürerler. Sıcak ortamları tercih ederler. Soğukta pek fazla üreyemeseler de onları dondurarak öldürme imkanı yoktur. Soğukta bir çeşit kış uykusuna yatarlar ve hareketsiz olarak sıcak havaların gelmesini beklerler. İnsan vücudunda bulunan 55 tür mantar içinde 30'a yakını hastalık yapıcıdır. Diğerleri ise saprotif, yani zararsızdırlar.
Mantar, üstlendiği göreve ve özelliklerine göre, küf ve maya şeklini alır. Fermantasyon işleminde kullanılan mayalar, ilaç ve yiyecek yapımında kullanılan küfler, aslında hastalık yaparak bitki veya hayvanların ölümüne sebep olan mantarların farklı versiyonlarından başka bir şey değildir. Mantar, yeryüzünün oldukça geniş bir alanına hakim olan bir canlıdır. Öyle ki Oregon Eyalet Üniversitesinden Elaine Ingham, bir ormandan alınan bir çay kaşığı topraktaki bütün mantar liflerinin uç uca eklendiklerinde 1,5 mil (yaklaşık 2.5 km) kadar yayılabildiklerini ve aynı kaşıkta bulunan bakterilerden dört bin kat daha ağır geldiklerini hesaplamıştır. Nemli, deniz seviyesinin altındaki ormanlarda ise bir çay kaşığındaki mantar öbeği 65 hatta 650 km kadar uzayacaktır.( Yvonne Baskin, Trouble at Timberline, Natural History, Kasım 1998, sf. 53)Mantarın yeryüzündeki bu istilası canlılığın varlığı için son derece önemlidir. Bu konuyu bir başka başlık altında inceleyelim.

Mantarlar Yeryüzünde Yaşamın Devamı İçin Gereklidirler


Mantarlar, çevrelerindeki herşeyi rahatlıkla parçalayabilirler. Çünkü mantarların vücutları, mycelia denilen mikroskobik dallardan oluşmaktadır.
Mantarların önemli bir özelliği vardır. Bu canlılar ayrıştırıcıdırlar. Bunun anlamı şudur: Bu canlılar, doğadaki kompleks organik maddeleri basit organik bileşiklere ve inorganik moleküllere dönüştürürler. Yani diğer canlıların bünyelerine alamadıkları besinleri basit bileşikler şeklinde parçalar ve onlara sunarlar. Bunu yaparken amaçları kendi yaşam enerjilerini sağlamaktır. Bunun için kullandıkları yöntem ise oldukça ilginçtir. Mantarlar, diğer canlılar gibi besinleri yedikten sonra sindirmezler. Önce sindirir, yani eritir sonra yerler. Bunun için özel bir enzim salgılar ve yiyecekleri maddeyi parçalara ayırırlar. Çevrelerindeki herşeyi bu yöntemle rahatlıkla parçalayabilirler, çünkü mantarların vücutları mycelia adı verien dallara ayrılmış mikroskobik ince tellerden oluşmaktadır. Besin sindirimi için bu hücreler büyük bir hızla uzarlar.Bunu mikroskopta bile takip edebilmek mümkündür. Uzayan bu kollar yenilebilen herşeyi, hatta katı maddelerin %100'ünü parçalayıp sindirebilen enzimler salgılarlar. Söz konusu ince tellerin çapı 1 inç'in (yaklaşık 2,5 cm.) 100 binde biri kadardır ve her yarım saatte bir dal oluşur. Bu öyle hızlı bir büyümedir ki, bu şekilde çoğalan tek bir sporun iki günlük gelişimi sonucunda hücrelerin toplam uzunluğu yüzlerce kilometreyi bulabilir.
Mantarın bu kolları canlının çok çeşitli yerlere ulaşmasını sağlamaktadır. Bu kollar ve söz konusu enzim sayesinde meydana gelen ayrıştırma işlemi, mantarı yaşamın en temel canlılarından birisi haline getirmektedir. Yeryüzünde böyle bir yöntem ile organik molekülleri basit organik maddeler haline getirebilen mantarlar ve bakteriler dışında bir başka canlı yoktur. Peki bu dönüşüm neden önemlidir? Bu dönüşüm önemlidir, çünkü bazı canlılar kompleks organik maddeleri bünyelerine alabilme özelliğine sahip değildirler. Bunların basit parçalara ayrılması gerekmektedir. Mantar bu kompleks maddeleri basit organik maddeler şekline getirerek diğer canlılara sunar.

Mantarlar, diğer mikroorganizmalarla birlikte toprak altında besinleri, hücre materyalleri haline getirmek için faaliyet halindedirler.
Bunun yöntemi ise şudur: Mantarın, besin kaynağına salgıladığı enzim, bu maddeyi küçük moleküller haline getirir. Ve daha sonra mantar kendi besinini içine çeker. Ancak geriye enzim sayesinde ayrıştırılmış organik maddeler kalır. Mantarlar, bu maddelerin ayrıştırılması ile karbon, nitrojen, fosfor gibi önemli kimyasalların açığa çıkmasını sağlar ve bunları yaşayan organizmaların kullanımına hazır hale getirirler. Bu ayrıştırma meydana gelirken aynı zamanda atmosfere fotosentez yapan canlılar için gerekli olan karbondioksit salgılanır ve yaşam için son derece önemli besin maddeleri olan mineraller toprağa geri döner. Bu ayrıştırma işlemi oldukça kapsamlıdır. Mantarlar, ölü bitkileri, ölü hayvanları, boyaları, ayakkabıları, plastikleri, kağıtları, kıyafetleri ve hatta benzini bile ayrıştırabilme gücüne sahiptirler.
Böyle bir ayrıştırma olmasaydı ne olurdu? Böyle bir ayrıştırma olmasaydı, canlılığın devamı ve yaşamın oluşabilmesi için gerekli olan temel besinlerin tümü ölü hayvan ve bitkilerin içinde saklı olarak kalacaktı. Bu besinlerin açığa çıkarak yeryüzüne tekrar dönmesi hiçbir şekilde mümkün olmayacaktı. Yaşam için gerekli döngülerden bir tanesi gerçekleşmediği için de, yeryüzünde hayat bir süre sonra sona erecekti.Bu durumda mantarların yeryüzü için vazgeçilmez mikroorganizmalar olduğu ortadadır. Belki sadece kendi besinlerini sağlama peşindedirler, salgılamakta oldukları enzimin gücünden muhtemelen haberleri bile yoktur. Ancak sırf kendi besinlerini elde edebilmek için tüm canlılara hayat kaynağı olurlar.
Mantarlar kimi zaman da gübrelerin içine yerleşir ve burada da ayrıştırma işlemini yaparlar. Bu işlem oldukça önemlidir. Mantarlar, gübre içinde parçalama işlemine başlar ve selülozu tüketirler. Selülozun çoğu tüketilir tüketilmez, bakteriler de işe koyulur ve ayrıştırma işlemi bu defa bakteriler tarafından devralınmış olur. Gübrenin, topraktaki bitkiye fayda sağlamasının sırrı budur.
Mantar, aynı zamanda besinleri yeni hücre materyalleri haline getirme konusunda da adeta bir uzmandır. Eğer bulunduğu yerde sindirmesi gereken aşırı miktarda besin bulunuyorsa, bu besinleri kendi bedeninde pek çok hücreden oluşan bir kitle içinde saklar. Böylece sahip olduğu besini kendisi için depolamakla kalmaz, kendi bedenini genişleterek yeni depolar da meydana getirir. Besin ihtiyacı olmasa bile, besin kaynaklarını, Allah'ın kendisine ilham ettiği bir yöntemle saklaması gerektiğinin bilincindedir.

Mantarlar Bitkilerle Simbiyotik İlişki İçindedirler
Mantarla bitkiler arasında karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir ilişki vardır ve bu birlikteliği sağlayan mantara Mycorrhizae adı verilmektedir. Yeryüzündeki bitkilerin %90'ından fazlası mantarlarla böyle bir ilişki içindedir. Kimi bitkiler mantarların yardımı ile daha da güçlenip canlanırken, kimisinin hayatta kalması tamamen bu mantarlara bağlıdır.


Bitkilerle simbiyotik ilişki içine giren mycorrhizea mantarının yapısı.
Mantarın toprakta gerçekleştirdiği ayrıştırma bitki için mineral, yani besin sağlamaktadır. Bu şekilde hazır mineralleri ve organik bileşikleri elde eden bitki kısa bir süre içinde gelişir ve eskisinden çok daha sağlıklı olur. Bitki, aynı zamanda kendisi için besin üreten bu konuğunu şeker, amino asit ve diğer bazı organik maddelerl e besler. Bu ilişki, tüm bitkiler için son derece büyük bir öneme sahiptir. Örneğin bu mantarlarla ortak bir yaşam içine girmeyen orkideler ölmekte, pek çok orman ağacı zamanla kuruma aşamasına gelmektedir. Söz konusu ağaçların bulunduğu alana uygun mantarlar ve mantar sporları yerleştirildiğinde ise ağaçlar normal bir büyüme evresine girmektedir. Başka bir deyişle mantarlar, canlılığın en önemli üyelerinden bitkilerin yaşamı için mutlaka gereklidirler.


Bitki köklerini sarmış olan ve bitkilere besin sağlayan mantarlar.
Ağaçların köklerine yerleşerek onlara besin sağlayan Mycorrhizae, aynı zamanda ağaçların kayalıklarda tutunacak yer edinmeleri için de gereklidir. Ayrıca bu mantar, köklerine yerleştiği çamları çeşitli kök hastalıklarından da korumaktadır. Ağacı bulunduğu yerde yerleşik kılan, onu çeşitli hastalıklardan koruyan ve onunla paylaşmak için fosforu, topraktaki diğer besinleri ve suyu çekip çıkaran bu akıllı ve üstün yetenekli mantarın karşılığında aldığı yegane şey ise bir miktar şekerdir. ( Yvonne Baskin, Trouble at Timberline, Natural History, Kas?m 1998, sf. 53)


Resimlerde görülen bitkilerden canlı ve sağlıklı olanlar, mantarlarla ortak yaşam içinde olanlardır. Köklerinde mycorrhizae bulunmayanlar ise, büyüyememiş ve güçsüzleşmişlerdir.
Evrimin sahte mekanizmalarının mantıksızlığı ve imkansızlığı bu ve bunun gibi çeşitli ortak yaşam örneklerinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Evrime göre tek başına bir yaşam mücadelesi içinde olması gereken bu canlılar, evrim mantığının tam tersine birbirlerinin hayatta kalabilmeleri için çabalamaktadırlar. Üstelik; fotosentez özelliği, üstün bir bilgi bankası olan tohumu, oksijen ve su döngüsünün en önemli kaynağı olan yaprakları ile kusursuz bir canlı olan bitkinin yaşayabilmek için gözle görülmeyen mantar hücrelerine ihtiyaç duyması yine Darwinistlere göre büyük bir soru işaretidir. Çarpık evrim mantığına göre düşünüldüğünde, her yönüyle mükemmelliğe işaret eden değişimler geçirmiş olmasına rağmen bitkiler, en önemli ihtiyaçları için başka canlılara bağımlı kalmışlardır. Son derece özel ve kompleks sistemlere sahip olmalarına rağmen, topraktan kendi kendilerine besinlerini alamamaktadırlar. Bu üstün nitelikli canlılarda gelişemeyen bu özellik, nasıl olup da bir mikroorganizmada gelişebilmektedir?
Darwinistler kendilerine sorulan yüzbinlerce benzer soruda olduğu gibi bu sorunun cevabında da büyük bir tutarsızlık ve tereddüt içindedirler. Darwinistler hiçbir şekilde yaşanmamış bir evrim sürecini savunmaktadırlar. Yaşanmayan böyle bir süreç için hikayeler üretmek elbette bilimselliğe sığmamaktadır. Dev ağaçların ve birbirinden çeşitli bitkilerin yapamadıklarını, gözle görülemeyen mikroorganizmaların yapmaları ise, ancak onları yaratan Allah'ın benzersiz ve üstün aklını sergilemektedir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (En'am Suresi, 59)
Mantarlar Çeşitli Hastalıkların Sebebidir
Mantarlar, bitkilerin büyüme ve gelişmelerine yardımcı oldukları gibi kimi zaman da öldürücü etkilere sahip birer istilacıdırlar. Av olarak belirlediği canlıya yavaşça yaklaşan bir mantar, son derece dostane bir şekilde canlının bedenindeki yerini alır ve sakince onu istila etmeye başlar. Eğer istila ettiği canlı bir bitki ise, artık söz konusu bitkinin tüm hücreleri mantarın besini haline gelmiştir.


Rutubetli bir çam iğnesi üzerine yerleşen mantar filizlenir ve gözeneklerden içeriye mikrop tüpünü bırakır. Kısa bir süre sonra bütün dal, mantarın besini haline gelerek ölür.
Mantar, bir yaprağın üzerine ulaştığında bulunduğu yere cutinase adı verilen bir enzim salgılar. Bu madde, bitkilerin yapraklarının ve gövdesinin üzerinde bulunan mumlu tabakayı eritir. Bu bölgenin erimesinin ardından mantar için varolan en önemli engel aşılmış olur ve bu canlı artık kolaylıkla bitkiyi istila edebilir.Mantarın söz konusu engeli aşabilmesi için bedeninde özel olarak ürettiği enzim konusunda biraz durup düşünmeliyiz. Mantarın bitkiye ulaşmasını önleyen söz konusu sınırı ortadan kaldırmak normal şartlarda bir mikroskobik organizma için imkansızdır. Oysa bu mikroskobik organizma, bu sorunun üstesinden gelecek önemli birtakım özelliklerle birlikte yaratılmıştır. Tek bir hücrenin içinde yine kimyasal işlemler gerçekleşmekte, oluşan kimyasal bileşiklerle bir enzim meydana gelmekte, oluşan bu enzim tam da bu mumlu tabakayı eritecek nitelikte olmaktadır. Salgılanan bu enzim, mumlu tabakayı eritemeyecek kadar güçsüz veya yaprağı tamamen ortadan kaldıracak kadar kuvvetli olabilirdi. Ancak mikroskobik canlının ürettiği mikroskobik salgı görevini tam olarak yerine getirir. Bu işlemden sonra, mantar da kendisine ilham edilen şekilde hareket edecek ve bitkiyi besin olarak kullanmak üzere kollarıyla sarmaya başlayacaktır.
Bir başka örnek de çam ağacının dallarından birini ele geçiren mantar türüdür. Bir mantar sporu, rutubetli bir çam iğnesi üzerine yerleştikten sonra filizlenir ve kolları ile bir lif yumağı şeklini alır. Üzerinde bulunduğu iğne yapraklardan birinin gözeneklerinden içeri sızar ve içeriye mikrop tüpünü bırakır. Mantarın öldürücü kısmı yaprağın içine sızdıktan sonra yaprağın damar dokusunu ele geçirir ve dala doğru ilerlemeye başlar. Dalda mantar uzantıları dört bir yana dağılır ve ulaştığı yerleri ele geçirir. Sonuçta bu mantar öbeği içinde bulunduğu dalı çevreleyerek adeta bir kemer gibi kuşatır ve besin akışını keser.Besin alamayan dal, kısa bir süre sonra ölür ve tümüyle mantarın besini haline gelir.

Mantarlar yerleştikleri ağaç dallarını kısa bir süre sonra tümüyle istila ederler. Kimileri de ölmeye başlayan ağaçları yiyen fırsatçılardır.
Bir ormanda bitkileri ve ağaçları çevrelemiş olan yüz ile iki yüz mantar türü bulunmaktadır. Bu mantarların bir kısmı yerleştiği ağaç gövdesi veya ağaç dalında faaliyet halindedir. Büyük bir çoğunluğu ise ağaç bir rahatsızlık yaşadığında ya da ağaç çeşitli sebeplerle ölmeye başladığında ağacı "yemek" için hazır bekleyen fırsatçılardır. Toprak altında yemek için fırsat kollayan mantarlar da vardır. Örneğin gölgelik mantarı, ağacın dalının çürüyerek yere düşmesini sabırla beklemektedir.
Ancak bazı mantarlar ağaç henüz canlı iken faaliyetlerine başlarlar. Genellikle ağaçlar 15 ayrı hastalığa sebep olan mantar türüne sahiptir. Ancak bu mantarların yaptıkları hastalıklar ağaçları öldürücü türden değildirler. Genellikle ağaçlarda gözle görünür hastalıklar meydana getirir, ama sonra bir grip hastalığı gibi geçip giderler. Ancak elbette bunların da çeşitli kalıcı etkileri olabilmektedir. Örneğin bu mantarlar yaydıkları hastalıklar nedeni ile bir bölgede yetişen ağaç türlerinin üremesini engelleyebilir ve yayıldıkları alanı sınırlayabilirler.( Yvonne Baskin, Trouble at Timberline, Natural History, Kas?m 1998, sf. 53)
Kimi zaman mantarlar sebze ve meyvelerin oluşumunda da sorun yaratabilirler. Oomycota Phytophthora adı verilen mantar türü genellikle domatesleri ve patatesleri istila etmektedir. Bu istilanın çapı çok büyüktür ve son derece önemli etkileri vardır. 1845-1860 yılları arasında yaşanan büyük patates kıtlığı bu mantarların faaliyetlerinin bir sonucudur.


Üzeri mantar tarafından sarılmış olan nematod.
Mantarların bazı hayvanları da istila edebilme yetenekleri vardır. Çoğunda hastalık meydana getirirken, bazılarının ölümüne de sebep olabilirler. Bazılarını ise besin olarak kullanmak üzere şuurlu bir biçimde öldürürler. Örneğin toprak solucanlarından çok daha küçük boyutlarda olan bir solucan cinsi, nematodlar, mantarların olağanüstü tuzaklarına yakalanarak bu canlılara yem olurlar. Mantarlar, nematodların yakınlarda bir yerlerde olduğunu "sezinlediklerinde" solucanların yapışıp kalmalarını sağlayan yapışkan tuzaklar kurarlar. Bu tuzakların en basit olanı bile avını saniyenin onda birinde hisseden üç hassas mantar hücresine sahiptir. Bu hücreler merkezde bir basınç hissettiklerinde daralır ve kapanırlar. Böylelikle av bu tuzağın içinde kalmış olur. Mantar hücrelerinin oluşturduğu bu tuzak, kurbanın üzerinde birkaç saat içinde büyüyen ve onu hızla sindiren bir ağ meydana getirir.
Tuzağa düşen solucanlar, bu ilmikten kurtulsalar bile ve mantarın filizleri az miktarda da olsa artık onların üzerindedir ve bu filizler bulundukları yerde eninde sonunda büyüyecektir. Sonuçta solucan bir saat içinde ölür. (Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, Houghton Mifflin Company, Boston, 1978, sf. 97) Etobur bir mantarın varlığı kuşkusuz şaşırtıcıdır, ama asıl şaşırtıcı olan mantarın, avını yakalayabilmek için sahip olduğu tuzak kurabilme yeteneğidir. Ne kadar şaşırtıcı olsa da bir hayvanın, hatta bir bitkinin başka bir canlı için tuzak hazırlaması, görülebilen ve belirli bir hacme sahip olan canlılar olmaları nedeni ile mantığa daha uygun gelebilir. Ancak görülemeyen, nasıl varolduğunu ve nasıl yaşadığını anlayabilmek için mutlaka teknolojiye ihtiyaç duyduğumuz mantarların, bir hayvana tuzak kurabilecek bir bilinci nasıl edindikleri son derece önemli bir sorudur. Bu sorunun cevabı, çevresindeki gerçekleri görmek isteyen ve aklını kullanabilen bir insanı Allah'ın varlığını tasdik etmeye götürür. "Hiçbir ihtiyaç olmamasına rağmen" bir mikroskobik canlının yöntemler geliştirerek akıl kullanması, Allah'ın evreni kusursuz bir uyum içinde yaratmış olduğunu ortaya koymaktadır.

Mantarların Korunma Yolları


Mantarlar, ısı donma noktasına ulaştığında vücutlarının çevresinde buz kristalleri oluşturarak atmosferin üst kısımlarına sığınırlar. Hava akımlarıyla sıcak bir yere taşınana kadar burada adeta bir kış uykusundadırlar.
Bakteriler ve diğer mikro canlılar gibi, mantarların da kendi varlıklarını devam ettirmek için aldıkları tedbirler ve gerçekleştirdikleri "akıllı" işlemler vardır. Bu organizmalar, ısı donma noktasına ulaşırken çeşitli kimyasallar sayesinde vücutlarının çevresinde buz kristalleri oluştururlar. Daha önce bakteri ve alg gibi mikroorganizmalarda gördüğümüz gibi, bu canlılar da şartların kendileri için zorlaştığını anladıklarında hemen atmosferin üst bölümlerine sığınmaya ve hava akımları ile daha sıcak yerlere taşınmaya karar verirler. Yaptıkları şey ise, bir buz kristali haline geldikten sonra rüzgar ile bulutlara geçmektir. Kendileri için uygun bir zaman ve uygun bir yer bulduklarında ise canlı bir çekirdek halinde yeryüzüne geri dönerler. Bu akılcı yöntem sayesinde mantarlar kendilerini koruma altına aldıkları gibi rahatça etrafa yayılabilme özelliği de elde etmiş olurlar.
Bir mikroorganizmanın havanın donma noktasına eriştiğini sezinleyerek etraftaki kimyasalları kullanma yeteneğine sahip olması, kuşkusuz üstün bir özelliktir. Kullanılan yöntem son derece şuurludur. Bu canlının bulutlarda bir buz kristalinin içinde korunabileceğini "biliyor" olması gerekmektedir. Bunu, zamanla veya deneme-yanılma yaparak öğrenmesi elbette mümkün değildir. Karşımızda bunu deneyerek öğrenecek şuurlu bir canlı değil, birkaç hücreden oluşan bir mikroorganizma vardır. Bu özellik de, diğerleri gibi evrim teorisinin temelindeki mantıksızlığı ve Darwinistlerin yaşadıkları çaresizliği açıkça ortaya koymaktadır. Evrimin hiçbir mekanizması mikroskobik bir canlının kendisini koruma ihtiyacı duyarak böylesine zor bir yöntemi tercih etmesini ve bunu kolaylıkla başarabilmesini açıklayamamaktadır.
Kuşkusuz evrimciler bu gerçeği hiçbir zaman açıklayamayacaklardır. Çünkü her canlıyı, sahip olduğu her ince detay, her kusursuz özellik ile Allah yaratmıştır. Bu canlıların, hayatta kalmak için gerekli olan tedbirleri önceden bilmeleri, deneme yanılma metodu ile keşfetmeleri gerekli değildir. Çünkü onlar, kendilerini yaratmış lan, kendilerini koruyup kollayan ve rızıklandıran Allah'ın bilgisi ve idaresi altındadırlar. Yalnızca Allah'ın dediğini yapar, yalnızca O'na itaat ederler.

Bir Başka Mantar Çeşidi: Küfler
Küfler bir tane çekirdeğe sahip olan tek hücreli mantarlardır. Bölünerek çoğalan bu canlıda, bölünen her parça yine küfün kendi içinde gelişir ve gruplaşarak bir koloni haline gelir. Genellikle küf hücreleri bakterilerden büyüktür ve yumurta biçimindedirler. Bir hayvan hücresinde bulunan organellerin çoğuna sahiptirler.
Küfler, tıpkı bakteriler gibi uygun koşullarda hızla gelişerek insan sağlığını tehdit edici bir duruma gelirler. Bu organizmaların bazıları da gıdalarda toksin adı verilen ve insan ve hayvanlarda zehirlenmelere yol açan zehirli maddeler üretirler. Hatta bu maddelerin bazıları kanser yapıcı etkiye sahiptir. Küfler bakterilere kıyasla daha az besin öğesine ihtiyaç duyan ve gelişebildikleri koşullar açısından da düşünüldüğünde daha kötü şartlarda gelişebilen mikroorganizmalar oldukları için çoğu ortamda üreme olanakları bakterilere kıyasla daha fazladır.
Küfler etrafta buldukları organik artıklarla beslendikleri gibi, yine etraflarında bulunan canlı mikroorganizmaları da besin olarak kullanabilirler. Örneğin bir beyaz küf olan Entomophtorales, toprağın altındaki sularda yaşayan amiplerle beslenir. Çevresinde dolaşan bir amip gördüğü zaman, dokunaçlarıyla onu yakalayarak tüm hücre içini emer, geriye sadece zarını bırakır. Küfler bu yönleriyle etobur özellik de göstermektedirler.
Ancak küfler, elbette sadece zarar verici organizmalar değildirler. Bu canlılar çok geniş alanlarda kullanılabilmekte ve besinlerin üretilmesinden ilaçların yapımına kadar çok yönlü olarak insanlara hizmet vermektedirler. Küfler, birtakım organik asitlerin, bağışıklık sistemini bastırıcı ilaçlar da dahil olmak üzere bazı ilaçların ve penisilin gibi çeşitli antibiyotiklerin yapımında kullanılmaktadırlar. Küflerin bu alandaki faydaları oldukça büyük önem taşımaktadır.
 
Küfler Çeşitli İlaçların Yapımında Kullanılırlar


Sitafilokok bakterisi ve Alexander Fleming.
Mikro canlıların yaşama etkileri oldukça çeşitli şekillerde olabilmektedir. Bizim kimi zaman bir ekmek parçasının üzerinde fark edebildiğimiz bir küf kitlesi, aslında son derece önemli olabilmekte ve hayatımızın çok büyük bir bölümüne etki etmektedir. Küflerin tıpta kullanımı, onların bu etkilerini görmek açısından kuşkusuz son derece önemlidir. Oldukça büyük öneme sahip, hatta ölüme sebep olabilecek bazı hastalıklar, bu mikroorganizmalar sayesinde geliştirilen ilaçlarla ortadan kaldırılmaktadır.
1928 yılında Alexander Fleming, bakteriler üzerine bir deney yaptı. Çeşitli deney tabakları içine farklı türlerde bakteriler yerleştirdi. Bir süre sonra sitafilokok bakterisi içeren tabaklardan birinde küflerin geliştiğini gördü. Küflerin geliştiği bu ortamda, tabak içinde üremesi beklenen bakteriden eser yoktu. Bunun anlamı şuydu; küf bakteri için zehirli olan bir madde salgılamış ve bakteriyi ortadan kaldırmıştı. Bakteriyi ortadan kaldıran bu mikroorganizma Penicillium notatum adında bir mantar türü idi ve bu canlının saflaştırılması ile "penisilin" maddesi üretildi.
Şu an başlıca bakteri enfeksiyonlarının en güçlü tedavi edicisi olarak bilinen penisilin, söz konusu küf mantarının bakteriyi öldürme becerisinin keşfinden başka bir şey değildir. Bu olağanüstü yeteneğe sahip olan küf mantarı, yaklaşık bir yüzyıldır insanların çeşitli ölümcül hastalıklardan korunmalarını sağlamakta ve daha pek çok ilacın üretiminde kullanılmaktadır. Organ nakilleri yapılan hastalarda bağışıklık sistemini baskılamak için kullanılan bir ilaç olan Cyclosporine de yine iki mantar türünden üretilmektedir. Bazı mantarlar ise kanamaları kontrol altına alan, tansiyon kontrolü sağlayan ve migren ağrısını hafifleten ilaçlarda kullanılmaktadır.

Fermantasyonla Besin Üreten Mayalar


Üstte resimleri görülen ekmek mayası, oksijensiz ortamda fermentasyon yapar. Bu faaliyetinin sonucu ise birbirinden lezzetli besinlerdir.
Mayalar küre, oval ve silindir biçiminde olan tek hücreli mantarlardır. Büyüklükleri 7-17 mikrondur. Dolayısıyla bir gram mayada yaklaşık olarak 15 milyon bağımsız hücre bulunmaktadır. Yaklaşık 600 bilinen maya türü vardır.Mayalar şekerle beslenirler ve oksijensiz ortamda şekerden etil alkol ve karbon dioksit üretebilirler. Bu işleme mayalanma adını veririz. Onların bu yetenekleri oldukça büyük ekonomik öneme sahiptir. Bu canlılar çeşitli besinlerin meydana getirilmesinde kullanılırlar. Ekmeğin üretimi için temel unsur olan maya, ürettiği karbondioksiti ekmek hamurunun içinde baloncuklar şeklinde tutarak ekmeğin şu anki şeklini ve tadını almasını sağlar. Aynı zamanda soya fasulyesinin fermente edilmesinde de kullanılan maya, soya sosunun üretimini sağlar. Normal şartlarda düşük kalorili bir besin olan soya sosu ile beslenen kişiler fazla kalori alamasalar da maya ve soya fasulyesi ikilisinin beraber sağladıkları yaşamsal amino asitlere sahip olacaklardır. Dolayısıyla mayalar, bize son derece besleyici aynı zamanda da faydalı besinler sunmak için faaliyet halindedirler.

Mantarlar ve Alglerin Ortak Yaşam Ürünleri: Likenler
Bazı mantarlar alglerle ortak yaşarlar. Bu birleşimden meydana gelen yeni canlıya ise 'Liken' adı verilir. Likeni meydana getiren iki canlı da karşılıklı olarak birbirlerinden fayda elde etmektedirler. Mantar, algin gerçekleştirdiği fotosentez işlemi sonucunda besin elde ederken, alg de mantarın kendisine sağladığı su ve mineral sayesinde kurumaktan korunmakta ve kendisi için emin olan bir yerde yaşamını sürdürmektedir.
İki mikroorganizmanın birleşerek meydana getirdiği bu yeni canlı, mineralleri genellikle havadan ve yağmur sularından alır. Canlı, havanın toksik etkisine karşı güçlü değildir, bu nedenle sadece hava kirliliğinin olmadığı yerlerde yaşayabilir. Ancak bir likenin yaşaması için sıcaklık çok büyük bir fark teşkil etmez. Likenler, tropik bölgelerde yaşayabildikleri gibi soğuk kutup bölgelerinde de yaşayabilirler.
Ağaç gövdeleri, dağ tepeleri ve çıplak kayalıklar, likenlerin genel olarak yaşadıkları yerlerdir. Bu canlılar, kayalıkları istila eden son derece önemli organizmalardır. Likenler toprağın meydana gelişinde oldukça önemli bir rol oynarlar. Burada mantarlara özgü ayrıştırıcı özellik son derece önemlidir.


Mantar ve alglerin ortak yaşam ürünü olan likenler.
Liken, mantarın bu özelliğini kullanarak kayanın üzerini yavaş yavaş ayrıştırır ve kayanın rüzgar ve yağmur ile parçalara ayrılmasına neden olur. Likenlerin bazıları oldukça sert kayaları bile çözebilecek bir güce sahiptir. Bu güç sayesinde parçalara ayrılan kayanın ufalanması ile toprak meydana gelir. Böylesine ince bir ayrıştırmayı doğada gerçekleştirebilecek başka bir canlı daha yoktur.
Siz tonlarca ağırlıktaki son derece sert bir kayayı en küçük parçalarına, hatta minerallerine ayrıştırmayı denemek için kuşkusuz oldukça büyük bir çaba harcamak zorundasınız. Kayayı parçalayabilmek için elinizde güçlü birtakım kırıcı aletlerin olması gerekmektedir. Oldukça yorucu bir güç harcamalı ve kayayı mümkün olan en küçük parçalara ayırdıktan sonra mineralleri elde edebilmek için ona özel şartlarda birtakım kimyasal işlemlere tabi tutmanız gerekir. Ancak bu şekilde belki amacınızın bir bölümüne ulaşabilirsiniz. Oysa sizin bu kadar çaba ve güç harcadığınız bu işlemi, mikroskobik organizmalar bulundukları yerde kazma-kürek ihtiyacı duymadan, özel laboratuvar şartlarına gerek olmadan sakince halletmektedirler. Ortada önemli bir kıyas vardır: Bir yanda akıllı, şuurlu, planlar yapabilen ve gerektiğinde her türlü imkanı seferber edebilen insan, bir yanda da kendi varlığından habersiz, beslenme ve üremeden başka bir amacı olmayan mikroskobik bir canlı. Bu kıyas evrimcileri oldukça endişelendirir. Böylesine küçük ve şuursuz canlıların bilinçli özellik göstermeleri, evrimcilerin teorilerine son derece ters düşmekte, iddialarına büyük bir darbe vurmaktadır. Daha önce hiç de önem vermedikleri bir mikroskobik canlı, hiç ummadıkları şekilde tüm teoriyi çürütebilmektedir.

Bu organizmalar kendilerinden tonlarca kat ağır ve aynı zamanda son derece sert olan kayaları parçalara ayırmanın dışında başka özelliklere de sahiptirler. Bazı likenler sahip oldukları algler sayesinde renkli pigmentler içerirler. Bu pigmentlerden bir tanesi, yani orchil, yünlere renk vermek için, diğeri yani litmus ise kimya laboratuvarlarında asit-baz (PH) inhibitörü (PH düzenleyicisi) olarak kullanılmaktadır.


Likenler genellikle temiz havada, ağaç gövdeleri, dağ tepeleri ve çıplak kayalıklarda yaşarlar. Mantar, algin fotosentez özelliği sayesinde besin elde ederken, algler de mantarın ayrıştırıcı özelliği sayesinde mineraller elde ederler. Bunun yanı sıra, emin bir yerde barınak da bulmuş olurlar.
Karşımızda her iki üyesi de son derece şuurlu işlemler gerçekleştiren ve oldukça detaylı özelliklere sahip olan bir canlı vardır. Bu canlı, kendi besinini üretebilmekte, aynı zamanda canlıların faydalanacağı basit organik bileşikler meydana getirmek için ayrıştırma işlemine devam etmektedir. Bu canlının üremesi veya yayılması da aynı şuurlu yeteneği sergiler. Zor koşullarda veya üremeye karar verdiklerinde likenler, mikro bedenlerinden soredia adlı bir parçayı koparırlar.


Likenlerde, algler sayesinde çeşitli pigmentler bulunur. Bunlardan orchil, yünlere renk vermek için, litmus ise laboratuvarlarda asit-baz inhibitörü olarak kullanılmaktadır.
Bu parça, her iki canlının da parçalarını ve özelliklerini taşımaktadır. Bu parça üremek için uygun bir yere yerleşir ve burada yeni likenler meydana gelir. Eğer liken algsiz kalırsa veya likenin mantar üyesi herhangi bir sebepten ötürü ortağını değiştirmek isterse, bu durumda mantar sporlar meydana getirir. Bu sporlar rüzgar ile taşınırlar ve uçsuz bucaksız bölgelerde hiç bilmedikleri ve tanımadıkları koşullarda kendilerine yeni bir alg bulurlar.( E.P.Solomon, L.R.Berg, D.W.Martin, C.Villee, Biology, Saunders College Publishing, USA, 1993, sf.556-558)
Bu canlıların hangi kararla ve hangi sebeple biraraya gelerek yepyeni bir canlı meydana getirdikleri, neden birarada yaşamayı tercih ettikleri gerçekten de anlaşılması güç sorulardır. Kendi başlarına varlıklarını sürdürebilen ve ihtiyaçlarını karşılayabilen bu iki mikroorganizma, bir sebeple ortak yaşamaya karar vermişlerdir. Eğer yeryüzündeki canlıların tümü evrim sürecine göre bir gelişme ve değişim geçiriyor olsalardı, bu ortak yaşamın da son derece büyük bir ihtiyaç sonucunda ortaya çıkmış olması gerekirdi. Oysa ortada böyle bir ihtiyaç yoktur. İki canlının da birbirlerine zorunlu bir bağlılıkları söz konusu değildir. İki mikroorganizmanın biraraya gelme kararı ile oluşan likenler, aslında tümüyle özel birer tasarımdırlar. Kayaların parçalanması ve toprağın oluşumu için, hiçbir fayda elde etmemelerine rağmen biraraya gelmeye karar verirler. Çünkü bu canlılar, Allah'a boyun eğmiş, O'nun ilhamı ile hareket eden canlılardır. Allah Kuran'da aklını kullanan insanlar için canlılarda önemli hikmetler olduğunu şöyle haber vermektedir:
Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi: "Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin malik olduklarınızdan, sizinle eşit olup kendi kendinizden korktuğunuz gibi kendilerinden de korktuğunuz (veya çekinip saygı duyduğunuz) ortaklar var mıdır? "İşte Biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Rum Suresi, 27-28)